29 Mayıs 2017 Pazartesi

Kısa ve Öz Mustafa Kemal Atatürk

Atatürk, 1893'te (Selanik) girdiği askeri mektebi 1905'te (İstanbul) kurmay-yüzbaşı rütbesini alarak bitirmişti. M. Kemal'in öğretim durumunu, Selanik'teki askeri ortaokul, manastırda lise (1899) İstanbul'da harp okulu (1902) ve harp akademisi olarak sıralamak mümkündür.

O, bu suretle askeri bilgiler için, zamanının bütün normal öğretim kademelerini başarı ile atlamıştır. Kurmay (erkânı-harp) sınıflarındaki okuma devresi kendisine yükseköğretimin en ileri bilgi ve görgülerini kazandırmıştır.

Bunu her vesile ile kendisi daima hatırlardı. O, kurmay sınıflarında iken memleketin siyasi durumu ile ilgilenmiş, istibdada karşı hür fikirler yayan gizli neşriyatı okuması ve arkadaşlarıyla konuşmaları sayesinde, daha o zamandan memleketin siyasi mukadderatı için meşgul olmaya başlamıştır.

O yıllarda harp akademisine ayrılan az sayıda genç subay talebeler, binlerce harp okulu gençlerine hitabeden hür fikirleri yaymak için çeşitli vasıtalardan faydalanmışlardı. Bu arada tertip ettikleri gizli gazetelerin yazıları bizzat M. Kemal'in kaleminden çıkmıştır.

M. Kemal okuma devrelerinde anlayışlı, zeki ve çalışkan, hatta bazen fazla atılgan bir talebe olarak hocalarının takdirini kazanmış ve dikkat nazarlarını çekmiştir.

Aynı zamanda M. Kemal, öğretim devresinin her kısmında yazı yazmaya ve hatta manastırdaki okulda iken edebiyat ve şiire merak sarmış ve hitabet tecrübeleri için hiçbir fırsatı kaçırmamıştır. Ders kitaplarından gayri ne bulursa okumuş, harp akademisinde ve devlet merkezindeki müşahedeleri onda derin izler bırakacak kadar kuvvetli olmuştur. Bu tahsil çağından sonra 1905'den 1908'e kadar M. Kemal, Suriye'de ve Makedonya'da vazife görmüştür.

Bu yıllarda M. Kemal, bir taraftan mesleki bilgilerini tatbiki sahada ilerletirken bir taraftan da memleket idaresi için ikinci meşrutiyetin ilanından önceki siyasi faaliyetlere katılmıştı. Bu maksatla Şam'da kurduğu (Ekim 1906) Vatan ve Hürriyet adı altındaki siyasi cemiyetin faaliyetini Makedonya'ya intikal ettirmiş bulunuyordu.

İkinci meşrutiyetten önce Makedonya ve bilhassa Selanik, her bakımdan Osmanlı İmparatorluğu'nun en faal merkezlerinden biridir. Siyasi fikirler orada teşkilatlanmış ve olgunlaşmış, askeri birliklerin önemli kısımları orada toplanmıştır. Askeri ve sivil aydınlar zümresinin büyük faaliyeti bu bölgede merkezileşmiştir.

1907 yılında M. Kemal, kolağası (kıdemli yüzbaşı) rütbesiyle Makedonya üçüncü ordu müfettişliğinde vazifelidir. Aynı zamanda ''İttihat ve Terakki'' cemiyetinin gizli çalışmalarında yer almaktadır.

Makedonya'da (23 Temmuz 1908) hürriyet ilan edilince, Osmanıl İmparatorluğu'nda ikinci meşrutiyet devri açılmıştır.

M. Kemal bu inkılaptan sonra ordu mensuplarının günlük politika konularıyla meşgul olmasını istememektedir.

İktidarı ele alan ve siyasi bir parti olarak iş başına geçen İttihat ve Terakki mensupları, bu fikri kabul etmek istememektedirler. Çünkü ihtilali başarabilmek için ordu mensuplarına dayanılmış olduğu gibi, iktidarı devam ettirebilmek için de yine onların siyasi faaliyetine ihtiyaç hissediliyordu.

M. Kemal, ordunun ıslahını istediği gibi, talim ve terbiye için gerekli çalışmaların yapılmasına çok önem vermekteydi.

Meşrutiyetin ilanından sonra, M. Kemal bütün dikkat ve ilgisini askeri çalışmalar üzerinde toplamıştır. O, subayların yeni esaslara göre mesleki bilgilerini arttırmak için yayın yapılmasını lüzumlu addediyordu.

Selanik'te Üçüncü Ordu Subay Talimgâhı Komutanlığı'nda (1909) iken, bu işlere daha çok vakit ayırmıştır. Osmanlı ordusunun Alman usulüne göre ıslahat hareketini zaruri bulmakla beraber, yine de kendi askeri hayatımızdan alınmış tecrübelerin bu işte rol oynamasını istemektedir.

M. Kemal imzasıyla 1908-1918 yılları arasında küçük broşürler halinde yayımlanmış kitapların tarih sıralarına göre isimleri şunlardır:

1) Takımın Muhabere Talimi, General Litzman'dan tercüme, Selanik. 10 Şubat 1324-(1908) (64 sayfa)

2) Cumalı Ordugâhı. Süvari, Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları. Selanik 1325-(1907) (41 sayfa)

3) Beşinci Kolordu Erkânı-Harbiye Tabiye ve Tatbikat Seyahati. Selanik 1327-(1911) (40 sayfa) (*)

4) Bölüğün Muharebe Talimi. General Litzman'dan tercüme İstanbul 1328-(1912) (74 sayfa)

5) Zabit ve Kumandan ile Hasbihal. İstanbul 1334 -(1918) (32 sayfa).

* Zabit ve Kumandan ile Hasbihal kitabından alıntı yapılmıştır.

Atatürk’ün Çağdaşlaşma ile İlgili Sözleri

Atatürk’ün çağdaşlaşma ile ilgili vecizeleri, Atatürk’ün çağdaşlaşma ile ilgili özlü sözleri, 

Atatürkün çağdaşlaşma ile ilgili sözleri nelerdir? 

Atatürk’ün çağdaşlaşma ile ilgili fikirleri, Tarih sıralamasına göre Atatürk’ün çağdaşlaşma ile ilgili sözleri:

"Memleketimiz içinde uygar düşüncelerin, çağdaş ilerlemelerin zaman kaybetmeksizin yayılması ve gelişmesi gerekir. Bunun için bütün bilim ve teknik erbabının bu hususta çalışmayı bir namus ödevi bilmesi gerekir". 
1922 (Atatürk’ün S.D.II, s.44)

* "Memleket kesinlikle çağdaş, uygar ve yepyeni olacaktır. Bizim için bu, hayat davasıdır. Bütün özverimizin faydalı bir sonuç vermesi buna bağlıdır. Türkiye, ya yeni fikirle donatılmış, namuslu bir yönetim olacaktır ve yahut olamayacaktır. Halk ile çok temasım vardır. O saf kitle, bilmezsiniz ne kadar yenilik taraftarıdır. Yapacağımız işlerde hiçbir zaman bu engeller, kesif tabakadan gelmeyecektir. Halk refaha kavuşmuş, bağımsız, zengin olmak istiyor; komşularının refahını gördüğü halde, fakir olmak pek ağırdır. Gerici fikirler besleyenler belli bir sınıfa dayanabileceklerini zannediyorlar. Bu kesinlikle bir kuruntudur, bir zandır. Gelişme yolumuzun önüne dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz. Yenileşme yolunda duracak değiliz. Dünya müthiş bir gelişmeyle ilerliyor. Biz bu uyumun dışında kalabilir miyiz?" 
1923 (Atatürk’ün S.D. III, s. 72)

"Bugüne kadar elde ettiğimiz başarı, bize ancak ilerlemeye ve uygarlığa doğru bir yol açmıştır; yoksa ilerleme ve uygarlığa henüz ulaşılmış değildir. Bize ve torunlarımıza düşen görev, bu yol üzerinde tereddütsüz yürümektir". 
1923 (Atatürk’ün S.D.I, s. 307)

"Memleketimizi çağdaşlaştırmak istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye’de çağdaş, bu nedenle batılı bir hükümet oluşturmaktır. Uygarlığa girmek arzu edip de, batıya yönelmemiş millet hangisidir? Bir doğrultuda yürümek kararında olan ve hareketinin, ayağında bağlı zincirlerle güçleştirildiğini gören insan ne yapar? Zincirleri kırar, yürür!"
1923 (Atatürk’ün S.D.III, s. 68)

"Vatan artık bayındır hale getirilme istiyor, zenginlik ve refah istiyor! Bilim ve bilgi, yüksek uygarlık, özgür fikir ve özgür düşünüş istiyor! Şeref, namus, bağımsızlık, gerçek varlık, vatanın bu isteklerini tam olarak ve hızla yerine getirmek için esaslı ve ciddî bir şekilde çalışmayı emreder". 
1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 180)

* "Millet, çağdaş uygarlığın bütün milletlere sağladığı yaşam ve araçları, esasta ve görünüşte aynen ve tamamen gerçekleştirmek kesin kararını vermiştir. Millet yenileşme ve iyileşme alanında gösterdiği çabaların, yüzyıllardan beri olduğu gibi türlü türlü aldatmalar yüzünden bir an dahi duraklamayla karşılaşmasına izin vermemek kesin kararındadır. Yeni Türkiye’nin dünyevî, millî ve ekonomik genel siyasetiyle ifade olunan millî etken hepimizin çalışma yönünü belirlemiş bulunmaktadır ki, bu yolun az zamanda milletimizin yüksek yeteneklerini göstermeye fırsat vereceğine şüphe yoktur. Türk milleti, egemenliğine sahip olduğu bu döneme gelinceye kadar üzüntüsüne ve gerilemesine sebep olan etkenlerin niteliğini anlamıştır. Bu uğursuz etkenlerin her ne şekil ve nitelikte olursa olsun etkinliğini yenilemesine hoşgörülü davranamaz". 
1925 (Atatürk’ün S.D.I, s.325)

* "Türk milletinin gelişmesine yüzyıllardan beri karşı koyan engelleri kaldırmak ve genel hayata çağdaş uygarlığın yasalarını ve araçlarını vermek için harcadığımız çalışmanın, milletin tümünce doğru bulunduğu muhakkaktır". 
1926 (Atatürk’ün S.D.I, s. 331-332)

* "Cihanın gidişinde soylu milletimize yönelen yüksek görevlerin yerine getirilmesine çalışacağız. Bu görevler, uygarlık ve insanlık ailesinde Türk milletinin lâyık olduğu yüksek değer yerini koruma ve yükseltmesine hizmet edecektir. Gerektiğinde vatan için bir tek birey gibi bütün halinde çaba ve karar ile çalışmasını bilen bir millet, elbette büyük geleceğe lâyık ve aday olan bir millettir". 
1927 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s.536)

* "Gerçek insanlık duraksamadan kabul eder ki, Türkiye Cumhuriyeti ve onun bugünkü sahipleri olan Türkler, bütün dünya uygarlık ve insanlığı için bir davranış örneğidir. Yalnız bu kadar değil, Türkler tarihin çok eski dönemlerinde insanlığa yaptıkları kültürel görevleri yeniden, fakat bu sefer daha iyi şekilde yapmaya hazırlanan yüksek bir varlıktır". 
1937 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 591)

* "Milletimizin lâyık olduğu yüksek uygarlık ve refah düzeyine ulaşmasını alıkoyabilecek hiçbir engel düşünmeye yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle mutluyum". 
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 377)

* "Biz, batı uygarlığını bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi yapımıza uygun bulduğumuz için, dünya uygarlık düzeyi içinde benimsiyoruz". 
(Afet İnan, Atatürk Hakkında H.B., s. 176)

28 Mayıs 2017 Pazar

Selanik Tarihi

1912 Balkan Savaşı öncesi Osmanlı yönetimi döneminde Selanik Vilayeti, kuzeyinde Kosova Vilayeti ve Bulgaristan, doğusunda Şarki Rumeli ve Edirne vilayetleri, güneyinde Ege Denizi ve batısında Manastır Vilayeti ile sınırlıydı. Türkülere konu olan Vardar Nehri ile Mübadele sınırını çizen Karasu Nehrinden başka İnce Karasu (Vistriça), Struma ve Galik nehirleri Selanik Vilayeti sınırları içinde denize kavuşur. Yüzölçümü 35.393 km.2, 1912 Balkan Savaşı öncesi nüfusu 1.142.940 kişiydi. Selanik, Siroz (Serez), Drama ve Taşoz sancaklarının bağlı olduğu Selanik Vilayeti’nin merkezi Selanik şehriydi.

Selanik Sancağı

Selanik merkez kazası ile Kesendire, Karaferye, Yenice-i Vardar, Vodina, Langaza, Gevgili, Avrathisar (Kılkış), Doyran, Usturumca, Tikveş, Katrin ve Aynaroz kazalarını kapsamaktaydı. Günümüzde Ustrumca, Tikveş ve Gevgili kazalarına bağlı yerleşim yerleri Makedonya Cumhuriyeti/FYROM sınırları içinde kalmaktadır, Ancak Doyran ve Gevgili kazasına bağlı bazı köyler Yunanistan sınırları içinde kaldığından ahalisi mübadelede Türkiye’ye gelmiştir.

Selanik kenti, Ege Denizi kıyısında Hortaç Dağı’nın güneyinde kurulmuş, Osmanlı’nın Rumeli’de İstanbul’dan sonraki en büyük ikinci şehriydi. İstanbul – Manastır tren yolu hattı üzerindedir. Balkan Yarımadası’nı boydan boya kesen yolların düğüm noktasında bulunması ve bu yolları işlek deniz ulaşımına bağlayan korumalı bir limana sahip olması kuruluş tarihi olan İ:Ö. 316 yılından itibaren önemli bir ticaret merkezi haline gelmesini sağlamıştır. Bizans döneminde Slav, Arap ve Norman saldırılarına uğrayan Selanik 1383-1387 yılları arasında dört yıllık bir kuşatmadan sonra I. Murat zamanında Osmanlı’nın eline geçti. Fakat Ankara Savaşı nedeniyle kent 100.000 akçe haraç karşılığı Venediklilere devredildi. 1430 yılında II. Murat tarafından üç günlük bir kuşatma sonrası Venediklilerden geri alındı. 1912 yılına kadar kesintisiz 518 yıl Osmanlı yönetiminde kaldı. Selanik’in Osmanlı yönetimine girmesinden sonra şehrin ekonomik hayatını canlandırmak için kent merkezine ve çevresine Anadolu’dan ve Osmanlı’nın Rumeli’deki topraklarından getirilenler yerleştirildi. 1492 yılında ise İspanya ve Portekiz’den kovulan Yahudiler Selanik’e iskân edildi.
1900’lü yılların başlarında 90 bin nüfusun 45 bini Yahudi, 30 bini Müslüman, kalanı da Rum ve Frenk Mahallelerinde yaşamaktaydı. Şehir, geniş caddeleri, tramvay yolları, düzgün alt yapısı ile Makedonya Bölgesi’nin en önemli liman kenti idi. Selanik; Türklerin, Yahudilerin, Yunanların, Bulgarların ve diğer Balkan halklarının yaşadığı kozmopolit ve çok kültürlü bir kentti. Balkan Savaşı sonrası asker ve sivil Osmanlı bürokrasisinin, Bulgarların, 1923 Mübadelesi ile Müslümanların, 2. Dünya Savaşı sırasında Yahudilerin Almanya’da toplama kamplarına götürülmesi ve bazılarının İsrail’e göç etmesiyle kent kozmopolit ve çok kültürlü özelliğini yitirmiştir. 1900’lü yılların başında kentte bir hükümet konağı, üç askeri idare binası, bir gümrük, bir karantina, bir hastane, bir hapishane, iki kışla, bir tophane, iki kale, bir belediye binası, bir mülkiye okulu, bir ziraat okulu, bir sanayi okulu, bir askeri ortaokul ve lise, 31 ilkokul, 56 cami, 7 medrese ve kütüphane, 5 matbaa, 16 kilise, 21 sinagog, bir bedesten, 15 otel, 27 fabrika ve bir tiyatro binası mevcuttu. Bunlardan bilhassa Hortaç Camii, Ayasofya ve Kasimiye Camileri ile Zafer Takı bir asır önceki kitaplarda dahi yerini almıştı. Günümüzde bunların yanı sıra fonksiyonsuz da olsa, Hamza Bey Camii, Alaca İmaret Camii, Yeni Cami, Bey Hamamı, Yedikule Zindanları, Beyaz Kule, Bedesten gibi Osmanlı dönemine ait bazı yapılar hala mevcuttur. Selanik, Osmanlı siyasi tarihinde önemli bir rol oynamıştır. Hürriyetçi fikirler ve akımlar bu şehirde doğduğu için “Kâbe-i Hürriyet (Hürriyetin Kâbe’si)” olarak adlandırılmıştır. 31 Mart sonrası Abdülhamit’in zorunlu ikametgâhı Selanik’te ki Alatini Köşkü olmuştu.
Mustafa Kemal dahil Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda aktif rol alan sivil ve askeri şahsiyetlerin ya doğum yeri Selanik’tir ya da görev yaptıkları yer. Ayrıca ünlü şairimiz Nazım Hikmet gibi pek çok edebiyatçımızın, sanatçımızın ve bilim insanımızın doğum yeri de Selanik şehridir. Mübadelede en önemli sevk limanlarından biri olan Selanik, tüm mübadiller için de çok önemli bir kenttir. Yalnız Merkez Kaza, Sancak ve Vilayet sınırları içerisinde yer alanlar değil, diğer vilayetlerden gelen mübadiller de kendilerini “Selanikli” olarak niteler.
Günümüzde Selanik (Thessaloniki), Orta Makedonya Bölgesinin ve Selanik ilinin merkezidir.

24 Mayıs 2017 Çarşamba

ATATÜRK - Ahmet Hamdi Tanpınar

Prof. Ahmet Hamdi TANPINAR

Atatürk gibi millî varlığın her alanında yaratıcı eserler bırakan, dehasının mucizesiyle bütün millî hayatı yoğurup dirilten bir insandan bahsetmek daima güç bir şeydir. Çünkü Atatürk'ten bahsetmek, fânilerin diliyle bîr mucizeler zincirini anlatmak demektir. Mucize, mucize ile anlatılır. Onun içindir ki kahramanların gerçek yüzleri ancak sanatta görülür.

Atatürk, büyük ve şümullü manasıyla kahramandır. Bu kelimenin manasında gerçek bir vuzuhu, elle tutulacak, gözle görülecek, zaman içinde bir yıldız mahreki (yörünge) gibi nurlu izi takip edilebilecek bir misalin getirebileceği vuzuhu isteyenler onun hayatına bakmalıdırlar.

Kahraman nedir? Eski trajedi; kahramanı, kaderle pençeleşen adam diye vasıflandırır.

Atatürk bu mücadeleyi kendi nefsi için değil, bir milletin hayatı için yapmış ve ondan muzaffer olarak çıkmıştır. Onun için Türk milletinin millî kahramanıdır. Bu gün kendi yurdumuzda hür ve müstakil, yaşama haklarımıza sahip, toplu ve nefsimize karşı saygıyla, güvenle dolu yaşıyorsak bu onun, milletimizin talihine karşı kazandığı zafer sayesindedir.

Bununla beraber, bu kadar büyük bir işi ne basit unsurlarla yapar! Onun hayatına bakarken bir daha görüyoruz ki, deha dediğimiz şey, yaratılışın bir ucubesi değil, sadece fânilere nadir bahşettiği bir kudretidir.

Gerçekten, Atatürk'ün hayatı, vazife duygusunun, memleket ve millet sevgisinin, imanın ve iradenin beraberce ördükleri bir kumaşa benzer. Onu harekete getiren bu büyük zembereklere, hâdiseleri sezmek ve anlatmaktaki kudretini, büyük realite duygusunu, tasarlama ve yapmadaki o imkânsız denebilecek isabetini, bir de, gerçek manasıyla önder doğmuş olanlara mahsus şahsî cazibeyi ilâve edersek, bize bugünü ve onun nimetlerini hazırlayan, Türk milletine gelecek nesillerin serbestçe çalışması ve kendi imkânlarını gerçekleştirmek için hür ve müstakil bir yurda sahip olmanın emniyetini bahşeden bir hayatın büyük vasıflarını hulâsa etmiş oluruz.

Kahraman kelimesinin manasını duyabilmek için, onun hayatını görmek ve üzerinde düşünmek yeter, dedim. Şimdi bu hayatın bir noktasına işaret etmek isterim: Bu deha, etrafındaki olaylarla beraber, adeta bazı panzehirler, insanlığa teselli, ümit ve şifa veren bazı büyük, kurtarıcı fikirler gibi, onların cevherinden doğmuştur, diyebilirim.

Tanınmış bir tarihçi: “Dünya, gömlek değiştireceği zamanlarda hâdiseler mukadder bir mahiyet alır” der. İşte Atatürk, bu yolundan şaşmaz kader mahiyetli hâdiseleri, daha zengin bir iradeyle, adeta bir milletin yaşama iradesinin tek bir şahısta toplandığına inandıran bir kudretle günü gününe, saati saatine karşılayan, onlarla beraber ölçüleri büyüyen, genişleyen, kudreti artan insandı.

Denebilir ki Atatürk'ün dehası, milletine gerçekten hizmet edebilecek bir çağa geldikten sonra, millî hayatı tehdit eden tehlikeler nispetinde büyümüş, gelişmiştir. Hayatına baktığımız zaman, bu hayatın bize önceden çizilmiş bir yol gibi muntazaman, sade ve son derecede tabii görünmesinin sırrı buradadır. Asıl olan yaşamak olduğuna göre, bir hastalığın bir afetin, bir kazanın karşılanması kadar tabii ne olabilir?

Fakat bir an kendimizi tereddüdün, şüphenin ifritine terk ederek, kendi kendimize soralım: “Mukadder görünen bir akıbetin bu kadar zamanında, bu kadar isabetli bir şekilde karşılanması kadar insanı şaşırtabilecek ne vardır?”

Ben, Atatürk'ün hayatından bugün için ve yarın için alınabilecek en büyük dersin; ters tarafından sorulmuş sualde olduğuna inanıyorum. Gerçekten, Mustafa Kemal'in dehası, daima gününün meseleleriyle onların içinde, onların havasında yaşadı. Onu herhangi büyük bir kumandan, büyük ve başarılı bir politika adamından daha üstün, çok üstün, çok yaratıcı yapan Türk Edebiyatı’nın en önemli isimlerinden biri olan Prof. Ahmet Hamdi TANPINAR tarafından 10 Kasım 1960 tarihinde Atatürk’ü Anma Töreni kapsamında yapılan konuşma .

Atatürk’ü Anarken (10-17 Kasım 1960), Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 1960. şey, bir tek adamın zekâsını bir milletin hayatında bu kadar şümullü bir merhale haline getiren cemiyet meseleleri üzerinde kendi kendisini böyle teksif etmiş olması, bütün varlığını onların emrine vermesi, şahsiyetini onlarda idrak etmesidir.

Bir milletin yaşama iradesini en lâzım olduğu bir anda kendi nefsinde yaratıcı bir kudret halinde hazır bulabilmek ve bir ocaktan, merkezî bir yıldızdan dağılan aydınlık gibi, onu tam zamanında etrafa dağıtabilmek için, ilkin o milletin içinden yetişmek, sonra da bütün ömrünce onu yaşamak tabiî şarttır. Bizzat kendisi: “Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurdun bağrından çıktığımız Türk Milletinin ve bir de milletle tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticeleridir.” derken bunu söylemiş oluyor.

Vatanının, milletinin, insanlığın ıstırabını şahsî bir tecrübe ve talih gibi yaşadığı içindir ki Mustafa Kemal kahramandır. Bu tecrübeyi şahsî dehasıyla bir kurtuluş kapısı yaptığı için de eşsizdir.

Vefalı silâh arkadaşı İsmet İnönü, onun maneviyatına “Eşsiz kahraman Atatürk” diye hitap ediyordu. Biz de onun ardından şöyle hitap edelim:

"Eşsiz kahraman Atatürk; sen efendi bir milletin acılarıyla beslendin. Hicretler, yangınlar, ölüm tehlikesi, yıkılmış ocaklar, İstikbal emniyetini kaybetmiş nesiller senin dehanı acılarıyla büyüttü. Onun içindir ki adın bu milletin göklerinde bir yıldız gibi parlak ve engin akislerle doğdu. Onun için adımların nereye döndü ise, yaratılış ve talih oraya feyzini cömertçe döktü. Onun içindir ki her davetine bütün millet, bütün vatan ve tarih cevap verdi. Sen, etrafındaki topluluğa bir Tanrıya bakar gibi bakmıştın; onun için iraden sınırsız, imanının yaratıcılığı sonsuzdu. Onun için zafer melekleri, topuğunun izinden ayrılmadılar ve sen, mağlubiyetin zehrini bütün ömrünce tatmadın..."

Mustafa Kemal'in öz babası Türk tarihi, anası da Türk milletidir. Bununla beraber, 1880 yılında Selanik'te, eski bir memur olan ve kereste ticaretiyle geçinen Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanımın sulbünden dünyaya geldi. Bu doğuş, beraberinde üç şart getiriyordu: Halk içinden yetişmişti, refah vasıtaları kıt bir zümreye mensuptu, ıstırabı, yoksulluğu genç yaşında tatmıştı. İstikbali ve emniyeti; yabancı, ihtiraslı unsurların azgınlığı ile her an tehdit altında bulunan, etrafındaki tehlikenin şuuruna halka mahsus hassaslıkla sahip Rumeli Türklüğü içinde büyüdü. Belki de zekâsının hâdiseler karşısındaki o daimî uyanıklığı bu sonuncu şarttan geliyor.

Mustafa Kemal'in çocukluk, ilk gençlik yılları, Balkan komitacılarının dört bir yanı yangına, kana boyadıkları yıllarda geçer.

Selanik'te, Şemsî Efendi Mektebinde okudu. Sırasıyla Selanik Askerî Rüştiyesinde, Manastır İdadisinde Harbiye'ye hazırlık tahsilini yaptı. 1904’de Erkânıharp Yüzbaşısı olarak tahsil hayatını bitirdi ve başarılarına mükâfat olarak, diplomasını alır almaz tevkif edildi. Birkaç aylık mevkufluktan sonra Şam'a gönderildi.

Atatürk'ün gençlik yılları, İkinci Abdülhamit saltanatının sonuna doğru bütün memleketi bir sıtma gibi kavrayan o ruh gerginliği içinde geçer. Milleti vehmiyle adeta bir mumya halinde sarıp sarmalayan ve koskoca İmparatorluk ülkesini bir hasta odası gibi sessiz sedasız yapan İkinci Abdülhamit zamanının son nesilleri, hükümdar makamında sadece bir “gasıb” görüyorlar ve millî hayatı bu kadar sefil bir şekilde çürüten bir idareye karşı en haklı bir asabiyeti taşıyorlardı.

Mustafa Kemal, bu ruh haletinde devriyle beraberdi. Nesil arkadaşlarından farkı, yaratılışının imtiyazları olan şahsî kudretiydi. 1904 yılında, mesleğine âşık yepyeni üniforması sırtında, yüzünde sebebini daha bilmediği mevkufluk günlerinden kalma hafif bir sarılık, adımlarını derin bir istikbal kaygısı içinde atan, içindeki ıstırap, ümit, yaşamak hırsı, aydınlığın bir şarkısı gibi, her an coşmaya hazır bu genç adama dikkat edin: o, nesillerin rüyasını kendi nabzının ahenginde duyan adamdır. Başının üstünde çalkanan havada hür ve mesut bir vatanın Ahmet Hamdi TANPINAR’ın 1880 olarak belirttiği ATATÜRK’ün doğum tarihi, ATATÜRK’ün nüfus cüzdanında 1881 olarak yer almaktadır.

Ahmet Hamdi TANPINAR’ın 1904 olarak belirttiği ATATÜRK’ün Erkân-ı Harbiye’yi bitiriş tarihi, ATATÜRK’ün meslek safahatının yer aldığı özlük dosyasında 1905 olarak yer almaktadır. İstikbali kanat açmış gibidir.

Daha 1906 dan itibaren genç Mustafa Kemal'i nesline rehberlik eder görüyoruz. O sene Şam'da, Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'ni kurarlar. Fikirlerini yaymak için gizlice Selanik’e gider.

Tehlikeden gözünü saklamamakla beraber, sevimli ve azim taşan hüviyetiyle etrafına kendisini kabul ettirmesini bildiği için, bu gizli yolculuğun akıbetleriyle karşılaşmak şöyle dursun, 1907 de kendisini, Kolağası rütbesiyle Makedonya'da Üçüncü Kolordu emrine tayin ettirmeğe muvaffak olur. Atatürk, bütün ömrünce, iradesini etrafına kabul ettirecektir. İnsanlarla yüz yüze geldiği zaman daima onun istediği olacaktır.

Genç Atatürk, Makedonya'da kaldığı yıllar içinde, sonradan her gireceği yerde olduğu gibi, Üçüncü Ordunun ruhu olur. Bütün rütbeler, kıdemler, tecrübeler; adımlarını başarılı hayatının henüz eşiğinde deneyen bu genç adamın çalışkanlığı, anlayışı, derhal etrafını tesir altına alan otoritesi ve daima haklı tenkidi karşısında silinir. İkinci Meşrutiyete takaddüm eden ordu hareketlerinde, fikir alış verişinde o, en ön safta görünüyor. Biraz sonra 31 Mart irticai olduğu zaman, genç Meşrutiyetin haklarını korumak için İstanbul'a gelen Hareket Ordusu'nun Erkân-ı harbiye Reisi gene kendisidir. Ve bu Orduya derhal benimsenen Hareket Ordusu adını o vermiştir. Fakat İstanbul'da kalmaz. Biraz sonra kıtasına döner.

Mustafa Kemal'de mühim olan bir hususiyet de budur. O, en çaresiz kaldığı zamanlarda bile, iktidar mevkii île pazarlığa girmemiş, hiç bir suretle beğenmediği fikirlere tavizler vermemiş, müspet hareket halinde olmadığı zaman, açık ve daima haklı bir itiraz halinde yaşamıştır.

Bu sefer de öyle oldu. Kıtayı, müspet işi, kendisine fikirlerini tatbik edecek bir çalışma sahası vermeyeceklerini bildiği politikaya tercih etti. Selanik'te, zabit talimgâhında, kumandan sıfatıyla meslektaşlarını yetiştirmeye çalıştı. Gene Kolağası rütbesiyle sırf enerjisini yıpratmak için tayin ettikleri alay kumandanlığını da, bütün etrafına kendi şahsiyetini kabul ettirmek şartıyla, başarıyla yaptı.

Nihayet onu kıskananlar, tahrik bahanesiyle, İstanbul'a naklini temin ettiler. Bu nakilden Trablusgarp harbine kadar, Mustafa Kemal adı, kapalı dost ve arkadaş çevrelerinin tanıdığı bir addır.

1911’de Bingazi'dedir. Tobruk'ta, daha sonra Derne'de yaptığı muharebelerde, en son merhalesi 30 Ağustos 1922 de kazandığı Büyük Zafer olan başarılı muharebeler zinciri başlar. O yıl binbaşı rütbesini alır. 1912 de, Balkan harbinin ölüm kasırgası içinde vatana döner. Ne rütbesi, ne de zaman, bu harbin felâketlerini önleyebilecek imkânları ona veremezdi. Genç yaşı onu, kendisine gösterilen işi yapmağa mecbur ediyordu. Akdeniz Boğazı Mürettep Kuvvetleri Harekât Şubesi Müdürü olur. Bu suretle Edirne'yi istirdat eden Bolayır Kolordusunun Erkân-ı harbiye reisliğini yaptı.

Mustafa Kemal'in vatan işlerindeki tecrübesi, sezişi, bu iki muharebe ile ve1908’den 1913’e kadar geçen zamanı dolduran hâdiselerle, Devlet mekanizmasının fena işlediğini açıkça görecek kadar olgunlaşmıştı. Gelecek yılların Anafartalar Kahramanı, Umumi Harbin ilk aylarına; bu harbe takaddüm eden gergin senenin hâdiseleri gibi, arkadaşı Fethi Beyin sefir olduğu Sofya'da ataşemiliter sıfatıyla şahit oldu.

Birbiri ardınca yaptığı ısrarlar neticesinde, nihayet orduda faal bir vazife aldı. Kıta hayatı onun cenneti idi. Her gün biraz daha mükemmelleştirdiği küçücük dünyasına yeniden kavuştu.

Her gittiği yerde, idaresine aldığı kıtanın manzarası birkaç hafta içinde değişiveriyordu.

Emrine verilen ve teşekkülünü bilgili avuçları içinde yapan On dokuzuncu Fırka ile, 25 Nisan 1915’den sonra ve kendi iradesiyle, İmparatorluğun asırlık payitahtını tehdit eden Arıburnu muharebelerine iştirak etti. 19 Mayıs 1915 de Miralay oldu. Onun hayatında daha mucizeli bir 19 Mayıs göreceğiz. Tıpkı aynı yılın 6 ve 7 Ağustosu ile 19 Ağustosunun, 1922 senesi Ağustosunu müjdelemesi gibi... Umumi Harbin keşmekeşi, acıları, içinde, Türk milletinin yüzünü güldüren, ancak bu tarihlerde Anafartalar'da, Conkbayırı'nda, Kocatepe'de kazanılan zaferlerdir. Sonunda o kadar üstün vasıtalarla hazırlanmış bir seferi, müttefiklere yarıda bıraktıran bu zaferlerin bir neticesi, payitahtın istilâdan kurtulması îdi. Fakat bundan büyük bir neticesi daha vardı: daha sonra gelecek felâket yıllarında milletimizin başına geçecek olan büyük asker, meslek tecrübesini bu muharebelerde tamamlamış oluyordu.

1916 yılının 7 ve 8 Ağustos günleri, Mirliva Mustafa Kemal Paşa’nın Şark cephesindeki başarılarını kaydeder. Bitlis'in, Muş'un istirdadına muvaffak olan genç kumandan, 1917’de Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Kumandanlığına tayin edilir ve Şam'da Enver, Cemal Paşalarla yaptığı bir mülakatta, bu harpten nispeten zararsız çıkabilmek için cenup cephesinde alınması gereken tedbirleri onlara anlatır. Fakat Hicaz'ın tahliyesine ve bütün kuvvetlerin geriye alınarak Suriye'de tam bir müdafaa cephesi kurulmasına onları ikna edemediği için bu vazifeden ayrılır. Bu tarihten itibaren Başkumandanlık Vekâleti ile tam bir mücadele halindedir.

Diğer taraftan, memleket içindeki Alman baskısına karşı en ateşli itiraz ondan gelir. Veliaht Vahdettin ile yaptığı kısa Almanya seyahati, müttefik memleketlerde de işlerin ne kadar fena gittiğini gösterir. Bütün hayatınca sahip olduğu realite duygusu, ona daima hakikî vaziyeti gösteriyordu. Yıldırım Orduları Grubundaki Yedinci Ordunun, sonra da bütün grubun ve Suriye cephesinin kumandasını aldı.

Mukadderatı yabancı memleket cephelerinde halledilecek olan ve umumî manzarasında bütün dünyayı saran bir muharebede ve bizim tarafımızdan daha başlangıcında o kadar büyük hatalarla ve bir yığın idaresizlikle tabii yolundan çıkarılan bîr harpte tek başına bir Mustafa Kemal ne yapabilirdi?

Yapabileceğini yaptı. Yani kendisinden başka pek az insanın yapabileceği şeyleri...

Elindeki kuvveti dağıtmadan, hareket kabiliyetini kaybetmeden harbin zaruretlerini kabul etti.

Üstün kuvvetler karşısında ordusunu ezdirmedi, memleket çocuklarının kanını elinden geldiği kadar esirgeyerek, Halep'in üstüne muntazam bir şekilde çekildi. Zaten 30 ilkteşrinde Mondros mütarekesi imzalanmıştı.

Şimdi, üstün kuvvet karşısında, mağlûp düşen ordunun vazifesini sonuna kadar şerefle yapmış bu genç general İstanbul'dadır. Gittiği her yerde, Şişli’deki evinde, güvendiği arkadaşlarıyla vaziyeti açıkça konuşarak sağa sola, ahvalin vahimliğini azaltacak, gelecek günleri sağlayacak tedbirler tavsiye ederek, hâdiselerin gidişini dikkatle takip etmektedir. Hiç bir şey, 1919 yılının 19 Mayısına kadar, bu işsiz generalin İstanbul'daki hayatı kadar alâka verici olamaz. Bütün İstiklâl Savaşı ve ondan sonraki başarılar, bu günlerin içinde hazırlanmışa benzer. Her gün Harbiye Nezaretine gidip gelişinde resmî makamlarla temasında kafasından geçen düşünceleri tam bir şekilde görmeyi ne kadar isterdik.

Sokaklarını, üstün bir deha ile dövüştüğü düşman askerlerinin doldurduğu, geniş bir ufka bakan her penceresinden ateşini Anafartalar'da hiçe saydığı dritnot toplarının tehdidini gördüğü bu şehirde o, şüphesiz, kafeste bir aslan gibi sıkılıyor ve ıstırap çekiyordu. Üstelik her dinlediği adam, her gördüğü şey ona, kullanmasını bilen bir insanın elinde o kadar büyük şeylerin başarılmasına yarayacak olan birçok imkânların, ihanete kadar giden bir acemilik ve anlayışsızlık yahut ihanetin ta kendisi olan bir gayretsizlik yüzünden boşa gittiğini gösteriyordu.

Bütün bir Devlet, birtakım müphem kelimelere ve köksüz ümitlere sarılmış, müttefiklerin atıfetini bekliyor, daha doğrusu, koskoca bir milleti bir yığın küçük ve şahsî menfaatler uğrunda rastgelen ihtirasa teslim ediyorlardı. Başta saray olmak üzere, son tahtasına kadar çürümüş olan İmparatorluk gemisi, ihanetin denizinde pupa yelken gidiyordu. Buna karşılık, bütün vatan, tehlikeli bir istikbal korkusu içinde idi.

Mütarekenin acı günleri... Bizim nesil, vatan ıstırabını, umumi felâket denen şeyin ne olduğunu o yıllarda öğrendi. Bütün bir millet, ölülerine ağlamasını unutmuştu. Dört yanda talih demircileri, fâtih bir millete bukağılar, esirlik zincirleri dövüyordu. Çocuklar boynu bükük doğuyor, ihtiyarlar kefen diye şerefsizliğe sarılmaktan korkuyorlardı. Küçük menfaatler, hasis endişeler uğrunda kendini satan vicdanlar, bütün bir tarihi pazara çıkarıyorlar, birtakım kirli ağızlar, adalet namına, asil milletimize en çirkin isnatlarda bulunuyorlardı. İstanbul sularında düşman zırhlıları, İstanbul sokaklarında yabancı orduların askerleri vardı. Evet, bütün bunlar vardı. Fakat yanında başka şeyler de vardı: Şişli'deki evinde Mustafa Kemal Paşa Süleymaniye'deki küçük ahşap evinde İsmet Bey, Fevzi Paşa vardı. Cevat Paşa birbiri ardınca geldiği vazifelerde ölüme kadar çarpışmaya yeminli bir dümdar fırkası gibi, kendisinden vatan namına onların her istediğini yapıyordu. Mağlûp ordunun genç, yaşlı birçok zabiti, şurada burada iş başına çağırılacakları zamanı sabırsızlıkla bekliyorlardı. Anadolu'nun buğdaysız ambarlarından ümit ve iman taşıyor, cephe artığı neferler, nasılsa kurtuldukları devin ağzına, inandıkları ve sevdikleri kıymetler uğrunda, yeniden atılmayı istiyorlar; genç kadınlar, hür bir vatanda erkeğine ağlamayı esirlik zinciri altındaki sevgiye tercih ediyorlardı.

İstanbul'da, Anadolu şehirlerinde, küçük kasabalarda, gizliden gizliye bir sıtma, hürriyet ve istiklâl uğruna yeniden silâha sarılmanın sıtması dolaşıyordu. Fakat bu tek tek yanan iman ocaklarını birleştirmek, fevri asabiyetlere istikamet ve nizam vermek lâzımdı. Bunu ancak o yapabilirdi. Bunu kendisi de biliyor ve bu ocağı tutuşturmanın imkânlarım arıyordu. Kafasında her gün bir yığın fikir yoğruluyor, bunları, güvendiği silâh arkadaşlarıyla konuşuyordu. Nihayet bu fikirler vazıh şeklini aldı. Anadolu'ya geçmek, orada bir mukavemetin temelini kurmak lâzımdı. Türk milletinin yaşama hakkını yeni baştan fethetmesi için dövüşmesi zaruri idi.

Fakat Anadolu'ya nasıl geçecekti? Burada talih kendisine yardım etti. Nihayet hükümet, faaliyeti yavaş yavaş etrafta hissedilen genç kumandanı, fikirleri miskin teslimiyetinde kendisini rahatsız eden bu imanlı insanı Anadolu'ya, bir tarafa göndermeğe karar verir.

İkna etme kabiliyetiyle, biraz da tesadüflerin yardımıyla, o hakikî manasında bir uzaklaştırma olan bu memuriyeti, üçüncü ordu umumî müfettişliği adı altında, geniş salâhiyeti dört vilâyete ve iki müstakil mutasarrıflığa şamil bir kuvvet haline getirdi.

Nihayet, 14 Mayıs 1919’da İstanbul'dan ayrıldı. 19 Mayıs'ta Samsun'da Anadolu'ya, hür vatan toprağına adım attı. Bu sonuncu tarih, gerçekten mühimdir. Çünkü onunla yeni bir takvime gireriz. Türk yılı yeni bir manaya bürünür. 19 Mayısı; 23 Nisan, Birinci İnönü Zaferinin tarihi olan 10 ikinci kânunu İkinci İnönü Zaferinin 1 Nisanı, Sakarya'nın 15 Eylülü ve nihayet 30 Ağustos ve 29

ilkteşrin takip ederler. Bunların yanı başında, Mondros'a cevap olan Mudanya; Sevr'i bir paçavra haline getiren Lozan, ve nihayet hepsinin üstünde vatan göklerini bir elmas parçası gibi aydınlıkla dolduran Kurtuluş güneşi vardır.

19 Mayısla Mustafa Kemal Paşa da değişir; artık o, sadece bir devletin kumandanı değildir; bundan daha fazla bir şeydir: Günün beklediği adam, vatan sularının çağlarken doğacağını müjdelediği insan, halkın içinden doğmuş adam, gelecek zamana şahsiyetinin damgasını vuracak ve yetişecek nesillerin, gerçek atası olacak insandır. Hulâsa, artık beklenilen ve tam zamanında kurtarıcı ve kahramandır... Yaptığı iş de sadece bir muharebe değildir; o, bundan sonra, bir milletin talihiyle baş başadır. Kendi bulduğu tabirle bir vatanın makûs talihini yenmesi lâzımdır...

O, Anadolu'ya adım atar atmaz, bu talih birden bire değişir. Burada İstiklâl Harbi’nin bütün tarihini anlatacak değilim; fakat zaferin ne kadar çetin imtihanlardan sonra bize güldüğünü hatırlamamız lâzımdır. Memleketin dört bucağı yangın içindeydi. Cephelerdeki savaşlardan başka, her an içerdeki galeyanı tutmak, ihanetin yer yer tutuşturduğunu söndürmek lâzımdı. Onu ve arkadaşlarım bu çetin yılların içinde nasıl ve ne gözle gördük? Üstünde onların yürüdüklerini bildiğimiz için vatan coğrafyası bize yıldız parıltısı içinde boğulmuş görünürdü.

Adlarını anmak, gırtlağımıza sarılmak için kapıda bekleyen ümitsizliğin sesini kısmaya kâfi geliyordu.

İstiklâl Savaşı, bir muharebe olması sıfatıyla, bütün diğer muharebelere benzer. Fakat onlardan bir noktada ayrılır: Çünkü behemehal kazanılması lâzım gelen bir muharebe idi. Bu oyun, uçurum kenarında ya ölüm, ya kurtuluş diyerek oynanıyordu. Onun içindir ki, zamanın akışı içinde şöyle bir arıza, geçici bir hal değildi. Ya bir başlangıç, yahut katı ve ümitsiz bir son olabilirdi... Kazanıldı. Gelecek hayatın başlangıcı oldu. Vatan yeniden kuruldu.

Bundan sonra Türk milletinin gelecek zaman içinde varacağı her başarı, onun hesabına

kaydedilecektir. Millî hayatın her sahasında, bundan böyle, bu memleketin çocuklarına nasip olacak her eser, bu çetin yılların içinde dövüşen orduların şehit ve gazilerine, subay ve komutanlarına ithaf edilecektir.

Bu demektir ki, her eser, her başarı; essiz kahramana, görmeden, adlarını bilmeden yaşama hakları için kaderle savaştığı vatan evlâtlarının gelecek zamanın kulelerinden altın şafak kümeleri gibi uçacak olan milyonlarca kuşun şükranı olacaktır.

Çünkü onlar, onun ve arkadaşlarının gördükleri zafer rüyasından doğacaklardır. Fakat Atatürk, sade İstiklâl Harbini kazanmakla kalmadı; o kadar güçlükle ve imkânsız şartlar içinde gerçekleşen istiklâl ülküsünden sonra, yeni ve içtimaî mücadele geldi. Sırtından Gazi Müşir Kemal üniformasını çıkardığı günden itibaren, Türk milleti yeni bir Mustafa Kemal ile İnkılâpçı Mustafa Kemal ile karşılaştı.

Anafartalar'dan Dumlupınar'a kadar birbirini bir yıldız kervanı gibi takip eden zaferlerden sonra, millî hayatına her sahasındaki inkılâplar başladı.

Halk içinde, memleket işleri içinde, bin türlü tecrübe ile geçen bir ömür, şimdi bu tecrübenin meyvelerini verecek, yurda yeni bir hayatın kapılarını açacak, düşman süngüsünden ve esirlik zincirinden kurtardığı milleti, yarı ölü inançların, bir paça bağından başka bir şey olmayan eskimiş kıymetlerin istibdadından da kurtaracaktır..

İlk işi, kurtarılan vatanın gelecek zaman içindeki emniyetini kuracak olan Cumhuriyet rejimi, bu inkılâpların başında gelir. Sonra birbiri ardınca geniş dünya ile aramızdaki duvarlar kalkar, yavaş yavaş Türk milleti muasır hayatın içinde kendini idrak eder oldu.

Nihayet 1938 de, bu mucizeli insanın fâni hayatı sona erdi. Onun için öldü demek biraz güç, hatta manasız bir şeydir. Bütün hayatında topluluğa bu kadar inanmış olan bir ruh, elbette ki o topluluğun manevî hüviyetinde ebediyen yaşayacaktır.

Ne mutlu o milletlere ki, Atatürk gibi evlâtlar yetiştirir. Ne mutlu o insanlara ki, hayat levhasından adlarını silmeye ölüm yetmez, hatıraları gönüllerde, sevginin solmak bilmeyen ağacı gibi yaşar.

22 Mayıs 2017 Pazartesi

Seccade 20 Kuruş...

Ne yazık ki iftira bu toplumun sık sık başvurduğu bir silah. Karşısındaki ile ilgili iftiralar yaymak, yalanlar uydurmak bu toprakların bir geleneği. Herkes ama herkes bundan nasibini alır. Adı duyulup da iftirayla karşılaşmamış insan yoktur diyebiliriz. Ama eğer bir sıralama yaparsak bu ülkede iftiraya uğrayan kişilerin başında M.kemal Atatürk gelir.

Onunla, ailesi ile, muhterem annesiyle ilgili öyle akla sığmaz, ipe sapa gelmez iftiralar üretilmiştir ki. İnsanın insan olmaktan utanası gelir.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün hakkındaki en sistematik iftira, onun dinsiz olduğudur.

Bazı çevrelerin ısrarla öne sürdüğü bu yalan, ne yazık ki genç kuşakların dimağına işliyor, binlerce çocuk bunu böyle öğreniyor.

Şimdi size işin aslını, gerçeğini gösteren bir belge;

Binbaşı Mustafa Kemal Sofya'ya askeri ataşe olarak gidiyor ve orada göreve başlıyor. Küçük bir pansiyon odasında kalıyor.

Elçilik olarak bir ev tahsis edilmediğinden, bir ev kiralayıp, hem ataşelik makamı hemde oturmak için kullanmak istiyor. Bu talebinide İstanbul Harbiye Nezaretine bildiriyor.

Bakanlık talebi haklı buluyor (birazda onu uzaklarda tutmak istiyor) M.Kemal'e ev kirası ve eşya parası olarak 219 lira gönderiyor. Bu para aylığından azar azar tahsil edilecek, alınan eşyaların listesi de Bakanlığa bildirilecektir. M.Kemal Aldığı eşyaların listesini İstanbul'a gönderiyor.

Eşya listesi :
Döner Koltuk 35 ,
Korniş 15,
Elbise Askısı 5,5 ,
Perde 16,
Mutfak Eşyası 25,
Şeker Maşası 2,5 ,
Süzgeç 6,
Divan 160,
Küçük Masa 18,
Tuvalet takımı 4,
Karyola 80,
Döşek 120 Kuruş

Ve listede dikkat edilmesi gereken en önemli madde var iftiracılara cevap!
O da Şu Madde!....
Seccade 20 Kuruş...
Başka söze gerek var mı?

Tevhid-i Tedrisat Kanunu

Eğitim, toplumsal bir ihtiyacı karşıladığından bir devlet hizmetidir. Çağımızda devletler başarılarını ve güçlerini millî eğitimle sağlarlar. Vatandaşlarını çağın gereklerine göre eğiten devletler uygarlık yarışına katılmaya hak kazanırlar. Türkiye Cumhuriyeti'nde de eğitim hizmetleri Millî Eğitim Bakanlığınca yerine getirilir.

Osmanlı eğitim sistemi, hukuk sistemi gibi çok başlılık içinde idi. Geleneksel eğitim veren medreseler, XVIII. yy. sonlarından itibaren Avrupa etkisiyle kurulan ve modern anlamda eğitim veren okullar, tamamen zıt felsefelerle, birbirlerinden farklı, dünya görüşleri arasında büyük uçurumlar olan insanlar yetiştiriyorlardı.

Üstelik, eğitim "millî" nitelik taşımadığından millî kültürün, millî benliğin gelişmesini ve çağın gereklerine uygun insanların yetişmesini sağlayamıyordu. Azınlık okulları ve yabancı okullar da Osmanlı eğitim sistemi içinde yer alıyorlar ve kendi siyasî ve ekonomik çıkarları doğrultusunda eğitim veriyorlardı.

Osmanlı Devleti'nin son yıllarında arka arkaya girdiği savaşlar hem eğitime bütçeden daha az pay ayrılmasına hem de öğrencilerin askere alınması nedeniyle eğitimin aksamasına yol açmıştı. Bu nedenlerle Cumhuriyet'in devraldığı eğitim sisteminin en baştan ele alınması gerekiyordu.

23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılmasından kısa bir süre sonra Mayıs 1920'de TBMM'ye bağlı Maarif Vekâleti kurulmuştur. Mustafa Kemal Paşa, daha Kurtuluş Savaşı sırasında Sakarya Savaşı'nın hemen öncesindeki en buhranlı günlerde Maarif Kongresi'ni toplayarak tüm memleket evlatlarının bir bütün halinde bilim ve tekniğe dayalı milli bir eğitim sistemi içerisinde yetiştirilmesinin önemi üzerinde durmuştur.

1922 yılında Meclis'teki yaptığı açılış konuşmasında, "Efendiler, yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize en önce ve her şeyden evvel Türkiye'nin bağımsızlığına, millî geleneklerine düşman olan tüm unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir" demiştir. Mustafa Kemal Paşa'nın, "Eğer cumhurbaşkanı olmasam, Millî Eğitim Bakanlığını almak isterim." Sözleri, onun kültür ve eğitime verdiği önemi, "... En mühim, en esaslı nokta eğitim meselesidir.

Eğitimdir ki, bir milleti ya hür, müstakil, şanlı, yüksek bir cemiyet halinde yaşatır ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder" sözleriyle de konuya verdiği önemin nedenlerini çok iyi açıklamıştır. Zafer'den sonra, 3 Mart 1924'te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ikili eğitim yerine, çağdaş bir toplumun bireylerini yetiştirecek tek bir eğitim sistemini kurmak üzere öğretim birleştirilmiştir.

Mustafa Kemal, 1924'te Samsun'da, "Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalet (doğru yoldan çıkmak)tir" diyerek, eğitimin temelinin sadece bilim olacağını belirtmiştir. Yine 1924'te Muallimler Birliği Kongresi'nde, "Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister." Sözleriyle eğitimde özgür bireyler yetiştirmenin önemini vurgulamıştır.

1926 yılında Maarif Teşkilâtı hakkında kanun kabul edilmiştir. Bu kanunla devletten izinsiz hiçbir okul açılamayacağı belirlenmiş, ilk ve orta öğretim esasları saptanmıştır. Çağdaş olmayan, kişiyi gelecekteki yaşantısına hazırlamayan dersler programdan çıkartılarak akıl ve bilime yönelik modern ders programları hazırlanmıştır.

ATATÜRK döneminde eğitimin millî olmasına çok büyük önem verilmiş; Türklerin tarih boyunca uygarlığa yaptığı hizmetler ortaya çıkarılarak millî duygunun güçlenmesi sağlanmıştır. Eğitimde kız çocukların dışlanmamasına büyük özen gösterilmiş, kız-erkek tüm çocuklar bir arada, çağdaş eğitim görmeye başlamıştır. Her yaştaki vatandaşımıza okuma-yazma öğretilmesi amaçlanmıştır.

Okullardaki, ders saatleri yeniden düzenlenmiş, çok sayıda okul açılırken, bu okulların ihtiyacı olan öğretim elemanlarını yetiştirmek için tedbirler alınmıştır. ATATÜRK'ün "en büyük eserim" olarak adlandırdığı Cumhuriyet'i emanet ettiği gençlerin okuyacağı ders kitapları yeniden yazdırılmıştır. Mesleki ve teknik öğretim yapacak kurumlar açılırken, yüksek öğretim yapacak kurumlar büyük bir titizlikle düzenlenmiştir. Azınlık okulları ve yabancı okullar tam bir denetim altına alınmışlar, bazı derslerin Türk öğretmenler tarafından, Türkçe olarak verilmesi sağlanarak dil, kültür gibi millî birliği sağlayacak değerlerin kaybolmaması sağlanmıştır.

Güzel Sanatlar Alanındaki Yenilikler

Türk tarihi ve dili üzerine yapılan çalışmalar, ulusal kültürümüzün doğmasına büyük ölçüde yardımcı olmuştur. Güzel sanatlar alanında yapılan çalışmalar ile bu konudaki eksiklerin tamamlanması düşünülmüştür.

Mustafa Kemal (ATATÜRK), "1933'te yüksek bir insan topluluğu olan Türk milletinin tarihî bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir.” sözleriyle bu konudaki çabaları desteklemiştir.

Çünkü sanat ve daha somut biçimiyle güzel sanatlar, uygar olmanın işareti olup, düşünce hayatının can damarı ve kültürlü insan yetiştirmede en önemli eğitim araçlarından biridir. Bu nedenle, güzel sanatlar alanında yapılacak atılımların kültürel kalkınmanın ve çağdaşlaşmanın bir parçası olacağını düşünen ATATÜRK, güzel sanatlardaki başarıyı inkılapların başarısıyla eş tuttuğundan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi kurulmuştur.

Bu Akademide “Türk Sanat Tarihi Enstitüsü” açılmıştır. Resim, heykel ve diğer sanat dallarında sanatçılar yetiştirilmeye başlanmıştır. 1937 yılında ise İstanbul’da Resim ve Heykel Müzesi açılmıştır.

ATATÜRK’ün sanat dallarının içinde en çok üzerinde durduğu müzikti.
Bu konuda ATATÜRK düşüncesini şu şekilde dile getirmiştir: 
“Hayatta musiki lazım mıdır? Hayatta musiki lazım değildir; çünkü hayat musikidir. Musiki ile ilgisi olmayan varlıklar insan değildirler. Eğer söz konusu olan hayat, insan hayatı ise musiki mutlaka vardır. Musikisiz hayat, zaten mevcut olamaz. Musiki hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir." ATATÜRK’ün müzikle iç içeliği savaş meydanlarında bile sürmüştür.

Çanakkale Cephesi’ni gezen gazeteci Ali Canip (Yöntem) Bey ATATÜRK’ün bu özelliğini şu sözlerle anlatmaktadır:
“...Arıburnu’na geldik. Orayı gezerken birden bire İngilizlerin bir yaylım ateşi, yeni bombardımanı ve aynı zamanda kulağımıza bir de müzik sesi geldi. Esat Paşa'ya sordum: Paşam bu ne? Mızıka bando. İngilizlerin de yaylım ateşi. Dikkat edin, bütün mermiler şu üst tarafımızdaki Cesaret Tepesi'ne yönelmiştir. Her gün öğle zamanı oldu mu oranın Fırka Kumandanı Mustafa Kemal askerlerine bando ile yemek yedirir ve İngilizleri kıyıda dar bir yerde mıhladığı için, mızıka sesini duyan gemileri, Mustafa Kemal’e ateşle cevap verirler.” Böylelikle Mustafa Kemal cephede bir taraftan askerinin moralini düzeltirken diğer taraftan askerine müzik eşliğinde zevkli bir yemek yedirmektedir.

ATATÜRK için müzik hayattı ama müziğin çeşidi de onun için önemliydi.
ATATÜRK’ün istediği müzik; dinleyince insana neşe, mutluluk, yaşama sevinci verecek tarzda olmalıdır. İnsanı karamsarlığa götüren müzikten hoşlanmadığını belirterek batı müziğinde olduğu gibi Türk müziğinin de çok sesli olmasını istemiştir.

Ona göre bir ulusun yeni değişikliğine ölçü; musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesiydi. Ulusun ince duygularını, düşüncelerini anlatan, yüksek deyişlerini, söyleyişlerini toplamak, onları genel müziğin kurallarına göre işlemek gerektiğini vurgulamıştır.

Ancak Türk ulusal musikisinin bu sayede yükselerek evrensel musikide yerini alabileceğini söyleyen ATATÜRK, memleketin millî kültür hazinesi olan halk müziğinin ve folklorunun araştırılarak, ilmî esaslar ve metotlarla kültür canlılıklarıyla ortaya konulmasını vurgulamıştır.

Ankara’da 1936’da açılan Devlet Konservatuvarı, müzik, opera, tiyatro alanlarında, batının en ünlü sanatçılarından yararlanarak eğitim vermeye başladı. Bugün dünya çapında tanınan sanatçılarımız bu okullardan yetişmiştir.

Bir lider ve devlet adamı olarak ATATÜRK, bağımsız bir Türk devleti kurmak, kanunları yenilemek gibi en üstün hizmetleri vermekle yetinmemiş; Türk ulusunun tarihini, dilini, kültür ve sanatını üstün ve saygın bir konuma getirmek için her alanda büyük bir çaba göstermiştir.

ATATÜRK'ÜN ÖZLÜK BİLGİLERİ

Boyu: 174 cm
Kilosu: 74-76 kg

Ayakkabı Numarası: 42
* ATATÜRK’ün boy, kilo ve ayakkabı numarasına ait bilgiler, uzun yıllar ATATÜRK’ün yanında bulunan ve 1927’de Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü, 1932’den ATATÜRK’ün ölümüne kadar Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri olarak görev yapan Hasan Rıza SOYAK’ın “ATATÜRK’ten Hatıralar; C I, Yapı ve Kredi Bankası Yayınları, İstanbul, 1973, s.3.” adlı eserinden yararlanılarak ve Anıtkabir Komutanlığında yer alan şahsi eşyaları üzerinde yapılan tespitlere dayanılarak hazırlanmıştır.

Meslek Safahatı:
Meslek safahatına ait bilgiler, ATATÜRK’ün şahsi dosyasındaki 21 Kasım 1925 tarihli Müdafaa - i Milliye Vekâleti Muamelat - ı Zatiye Dairesine (Millî Savunma Bakanlığı Personel Daire Başkanlığı) ait belgeden alınmıştır.
Reis-i Cumhur Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri bin (oğlu) Ali Rıza-Selanik

Duhûlü: 1 Mart 1315 (13 Mart 1899)
Nasbı: 19 Eylül 1337 (19 Eylül 1921)
Sicil No. 1317 - P. 8 (1901 - P. 8)


Müşârünileyh (Adı geçen) Hazretleri:
29 Kânûn-ı evvel 320 (11 Ocak 1905) tarihinde, Erkân-ı Harbiye (kurmay) yüzbaşılığı ile mektepten neş'et ederek (mezun olarak) sunûf-ı selâsede (üç sınıfta) bölük idare ve kumanda etmek üzere atik 5’inci Ordu'ya me'mûr buyrulmuştur.
12 Kânûn-ı evvel 322 (25 Aralık 1906) tarihinde, Beşinci Rütbeden Mecidî Nişanı'yla taltif edilmiştir.
7 Haziran 323 (20 Haziran 1907) tarihinde, kolağalığa (kıdemli yüzbaşı) terfi etmiştir. Sene-i mezkûre (söz konusu sene) Eylül’ü gayesinde (sonunda) arıza-i vücûdiyelerinden nâşî (hastalığından dolayı) atik 3’üncü Orduya nakledilmişlerdir.
9 Haziran 324 (22 Haziran 1908) tarihinde, Şark Demir Yolu Müfettişliğine ve sene-i mezkûre Kânûn-ı evvel gayesinde (Aralık sonunda) 3’üncü Ordu Redif 17’nci Selanik Fırkası Erkân-ı Harbiyesine tayin buyrulmuşlardır.
22 Teşrîn-i evvel 325 (4 Kasım 1909) tarihinde, 3’üncü Ordu Erkân-ı Harbiyesine (Kurmay Başkanlığı) tayin buyrulmuştur.
24 Ağustos 326 (6 Eylül 1910) tarihinde, 3’üncü Ordu Zabitan Talimgâhı Kumandanlığına ve sene-i mezkûre teşrîn-i evvelinde tekrar mezkûr 3’üncü Ordu Erkân-ı Harbiyesine ve bilahare Kânûn-ı sânî zarfında 5’inci Kolordu Erkân-ı Harbiyesine tayin buyrulmuştur.
14 Eylül 327 (27 Eylül 1911) tarihinde, muvakkaten (geçici olarak) Trablusgarp Fırkası Erkân-ı Harbiyesine me'mûr edilmişse de Trablusgarp'a gitmeksizin İstanbul'a celbi 5’inci Kolorduya tebliğ edilerek Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Dairesine tayin buyrulmuştur.
14 Teşrîn-i sânî 327 (27 Kasım 1911) tarihinde, binbaşılığa terfî edilmiştir.
19 Kânûn-ı sânî 327 (1 Şubat 1912) tarihinde, Bingazi'de bulunan müşârünileyh Derne karşısındaki Şark Gönüllü Kumandanlığını der-uhde etmiştir (üstlenmiştir).
26 Şubat 327 (10 Mart 1912) tarihinde, Derne Kumandanlığına tayin edilmiştir.
11 Teşrîn-i evvel 328 (24 Ekim 1912) tarihinde, rahatsızlığına mebnî (dolayı) Dersaadet'e (İstanbul) hareket etmiştir.
8 Teşrîn-i sânî 328 (21 Kasım 1912) tarihinde, Karargâh-ı Umûmî emrine verilerek mezkûr ay zarfında Bahr-i Sefid (Çanakkale) Boğazı Kuva-yı Mürettebesi Erkân-ı Harbiyesine tayin buyrulmuştur.
14 Teşrîn-i evvel 329 (27 Ekim 1913) tarihinde, Sofya Ataşemiliterliğine tayin buyrulmuştur.
24 Teşrîn-i evvel 329 (6 Kasım 1913) tarihinde, Bingazi Muhârebâtı'nda ibrâz-ı şecâat (kahramanlık) ve liyâkat etmesine mebnî kıdemine iki sene zam, Dördüncü Rütbeden Osmanî Nişanı i'tâ' kılınmıştır (verilmiştir).
29 Kânûn-ı evvel 329 (11 Ocak 1914) tarihinde, Sofya-Belgrat-Çetine Sefaretleri Ataşemiliterliğine tayin buyrulmuştur.
16 Şubat 329 (1 Mart 1914) tarihinde, Balkan Harbi'ndeki hidemât-ı hasenesinden (iyi hizmetlerinden) dolayı kaymakamlığa (yarbaylığa) terfi etmiştir.
26 Şubat 329 (11 Mart 1914) tarihinde, Fransız Hükûmeti tarafından Şövalye Rütbesinden Legion d'honneur nişanı i'tâ' kılınmıştır.
22 Temmuz 330 (4 Ağustos 1914) tarihinde, Sırbistan Ataşemiliterliğine tayin kılınmış ise de Sofya Ataşemiliterliğine ibka' edilmiştir (bırakılmıştır).
16 Teşrîn-i sânî 330 (29 Kasım 1914) tarihinde, iki sene kıdem zammı verilmiştir.
7 Kânûn-ı sânî 330 (20 Ocak 1915) tarihinde, 3’üncü Kolorduda yeni teşekkül eden 19’uncu Fırka Kumandanlığına tayin buyrulmuştur.
19 Mayıs 331 (1 Haziran 1915) tarihinde, miralaylığa (albay) terfi etmiştir.
2 Temmuz 331 (15 Temmuz 1915) tarihinde Harp Madalyası.
15 Temmuz 331 (28 Temmuz 1915) tarihinde 15’inci Kolordu Kumandanlığına ve sene-i mezkûrede (aynı yıl) 16’ncı Kolordu Kumandanlığına tayin buyrulmuştur.
19 Ağustos 331 (1 Eylül 1915) tarihinde Muharebe Gümüş Liyakat Madalyası.
28 Kânûn-ı evvel 331 (10 Ocak 1916) tarihinde, Alman Hükûmeti tarafından Demir Salîb Nişanı verilmiştir.
4 Kânûn-ı sânî 331 (17 Ocak 1916) tarihinde Anafartalar Grubu Kumandanı iken Muharebe Altın Liyakat Madalyası.
14 Kânûn-ı sânî 331 (27 Ocak 1916) tarihinde tebdil-i hava hitâmına mebnî (hava değişiminden sonra) 16’ncı Kolorduya iltihak buyrulmuştur.
19 Kânûn-ı sânî 331 (1 Şubat 1916) tarihinde, Üçüncü Rütbeden Osmanî Nişanı,
28 Şubat 331 (12 Mart 1916) Anafartalar'daki hidemât-ı hasenesinden dolayı iki sene seferî kıdem zammı i'tâ' kılınmıştır.
19 Mart 332 (1 Nisan 1916) tarihinde, hidemât-ı fevkalâdesine mebnî (olağanüstü hizmetlerinden dolayı) bir sene kıdem zammı ile mîrlivâlığa (tümgeneral) terfi etmiştir.
29 Teşrîn-i sânî 332 (12 Aralık 1916) tarihinde, müceddeden İkinci Rütbeden Mecidî Nişanı i'tâ' kılınmıştır.
11 Kânûn-ı evvel 332 (24 Aralık 1916) Bitlis havalisindeki hidemâtına mükâfaten bir sene seferî kıdem zammı i'tâ' edilmiştir. Sene-i mezkûre zarfında Almanya Hükûmeti tarafından Birinci ve İkinci Demir Salîb ve Avusturya-Macaristan Hükûmeti tarafından Üçüncü Rütbeden Muharebe Liyakat Madalyası ile İkinci Rütbeden Harp Alâmeti Liyâkat-ı Askerî Madalyası i'tâ' kılınmıştır.
5 Mart 333 (5 Mart 1917) tarihinde, 2’nci Ordu Kumandanlığına tayin buyrulmuştur.
19 Mart 333 (19 Mart 1917) tarihinde, muharebât-ı vâkıadaki hidemât-ı hasenesinden dolayı tebdîlen İkinci Rütbeden Osmanî Nişanı i'tâ' kılınmıştır.
5 Temmuz 333 (5 Temmuz 1917) tarihinde, 7’nci Ordu Kumandanlığına tayin buyrulmuştur.
23 Eylül 333 (23 Eylül 1917) tarihinde, Muharebe Altın İmtiyaz Madalyası ile taltif buyrulmuştur.
9 Teşrîn-i evvel 333 (9 Ekim 1917) tarihinde, becayişen 2’nci Ordu Kumandanlığına tayin kılınmıştır.
11 Teşrîn-i evvel 333 (11 Ekim 1917) tarihinde, bir ay müddetle İstanbul'a me'zûnen (izinli olarak) gitmişler ve rahatsızlıklarına mebnî tedavi edilmek üzere üç ay me'zûniyet verilmiştir.
7 Teşrîn-i sânî 333 (7 Kasım 1917) tarihinde, Karargâh - ı Umûmî emrine alınarak sene-i mezkûre kânûn-ı evvelinde mülga Veliaht-ı Saltanat refakatinde Almanya Karargâh-ı Umûmîsine azimet etmiştir.
16 Kânûn-ı evvel 333 (16 Aralık 1917) tarihinde, tebdilen Birinci Rütbeden Kılıçlı Mecidî Nişanı i'tâ' kılınmıştır.
19 Şubat 334 (19 Şubat 1918) tarihinde, Alman İmparatoru tarafından Birinci Rütbeden Kılıçlı Kron dö Prus Nişanı verilmiştir.
13 Mayıs 334 (13 Mayıs 1918) tarihinde, berây-i tedâvî (tedavi için) Viyana'ya azimet buyurmuştur.
7 Ağustos 334 (7 Ağustos 1918) tarihinde, 7’nci Ordu Kumandanlığına ve sene-i mezkûre Eylül’ünde fahri yaveran silkine (fahri yaver unvanı) ithal buyrulmuştur.
31 Teşrîn-i evvel 334 (31 Ekim 1918) tarihinde, Yıldırım Ordular Grubu Kumandanlığını der - uhde buyurmuşlardır.
Teşrîn-i sânî 334 (Kasım 1918) tarihinde, Yıldırım Ordular Grubunun lağvı üzerine Harbiye Nezareti emrine alınmıştır.
30 Nisan 335 (30 Nisan 1919) tarihinde, 9’uncu Ordu Kıtaatı Müfettişliğine tayin edilmiş ve sene-i mezkûre Temmuz'unun beşinde İstanbul Hükûmet-i sakıtasınca me'mûriyetine hitâm verilmiştir.
9 Ağustos 335 (9 Ağustos 1919) tarihinde, Ordu Müfettişliğinden ma'zûl (azledilmiş) ve askerlikten müsta'fî olan (istifa eden) müşârünileyh silk-i askeriden (askerlik mesleğinden) ihracı (çıkarılması) ve haiz olduğu nişanların ref'i ve fahri yaveran unvanının nez'i (kaldırılması) hakkında irade çıkmıştır.
23 Nisan 336 (23 Nisan 1920) tarihinde, Büyük Millet Meclisi Riyaset-i Celilesine intihâb buyrulmuşlardır.
19 Eylül 337 (19 Eylül 1921) tarihinde, Büyük Millet Meclisince ittifakla kendilerine Gazilik Unvanı i'tâ' ve rütbe-i samiye-i müşiri (mareşallik rütbesi) tevcih buyrulmuştur.
5 Teşrîn-i sânî 337 (5 Kasım 1921) tarihinden itibaren, müşârünileyhin Başkumandanlık müddeti üç ay daha temdîd edilmiştir (uzatılmıştır).
5 Şubat 338 (5 Şubat 1922) tarihinden itibaren, Başkumandanlık müddeti üç ay daha temdîd edilmiştir.
27 Mart 339 (27 Mart 1923) tarihinde, Afganistan Emiri (Kralı) tarafından Aliyülâlâ Nişanı irsal kılınmıştır.
21 Teşrîn-i sânî 339 (21 Kasım 1923) tarihinde, kırmızı-yeşil kurdeleli İstiklal Madalyası ta'lîk olunmuştur.
29 Teşrîn-i evvel 339 (29 Ekim 1923) tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti Riyâsetine intihâb buyrulmuştur.

ATATÜRK'ÜN SOYU



 Bu çalışma ile, Atatürk’ün biyografisinin önemli bir bölümü, soyu ve ailesi, arşiv belgelerine dayalı olarak daha düzgün, tartışmaya yer bırakmayak bir şekilde yazılmaya çalışılmıştır.
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN SOYU

ÖZET

Her büyük liderin hayatında gördüğümüz gibi, Atatürk’ün biyografisinde de, bilgi ve belge eksikliğinden kaynaklanan bazı tartışmalı konular bulunmaktadır. Türk bilim hayatı, bugün bu konuların pek çoğunu belgelere dayalı olarak açıklığa kavuşturmuştur. Fakat hala bazı konularda yanlışlıkların devam ettiği görülmektedir. Bunda, Atatürk ile ilgili arşiv belgelerinin dikkate alınmamasının rolü olduğu kadar; bazı maksatlı yayınların da etkisi vardır.

Bu çalışma ile, Atatürk’ün biyografisinin önemli bir bölümü, soyu ve ailesi, arşiv belgelerine dayalı olarak daha düzgün, tartışmaya yer bırakmayak bir şekilde yazılmaya çalışılmıştır. Şüphesizdir ki, bu araştırmada da eksiklikler olacaktır.. Bunların zaman içinde yeni belgelerle tamamlanması tabiidir.

I. RUMELİ’NİN FETHİ VE TÜRKLEŞMESİ
Mustafa Kemal Atatürk, 1881 (Rumi 1296) yılında Selanik’te Koca Kasım Paşa Mahallesi Islahhane Caddesi’nde bugün müze olan üç katlı bir evde dünyaya geldi. Babası o sırada kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, Annesi Zübeyde Hanım’dır. Baba tarafından dedesi, ilkokul öğretmeni olan Kızıl Hafız Ahmet Efendi; anne tarafından dedesi ise, Sofu-zade (Sofi-zade) Feyzullah Efendi’dir.

Mustafa Kemal’in hem baba, hem de anne tarafından soyu Rumeli’nin fethinden sonra buraların Türkleştirilmesi için Anadolu’dan göçürülerek, iskan edilen “Yörük” (Yürük) veya “Türkmenler”den gelmektedir. Bu nedenle, Atatürk’ün soyunun araştırılabilmesi ve anlaşılabilmesi bakımından önce, Rumeli’nin Türkler tarafından fethedilmesi ve Türkleşmesi konusunun ortaya konulması gerekmektedir. Çünkü, hem bu fetih hareketinde, hem de fethedilen yerlerin Türkleştirilmesinde, tıpkı Anadolu’da olduğu gibi devletin dayandığı esas unsur, aşağıda işaret edilecek çeşitli sebeplerle Yörük, Yürük, Türkmen vb. değişik isimlerle anılan “konar-göçer” Türk unsurları olmuştur.

Prof. Dr. Tayyib Gökbilgin’in ifadeleriyle; “Yürükler, Oruç Bey’in de sarih surette bildirdiği gibi, Oğuzlardandır. Aşiret, taife, cemaat diye gösterilen, mesela, Türkmen aşireti, Yürük taifesi veya hususi ismiyle bilfarz Oğulbeyli cemaatı olarak rastlanan Türk göçebe halk grupları etnik bakımdan ayrı şeyler olmayıp tek menşeden çıkan ve sonra tali gruplara ayrılarak veya muhtelif grupların birleşmesiyle yeni bir birlik vücuda getiren aynı Türk halk parçalarıdır.”1 “Tarihi kaynaklarımızda da bazen Türkmen bazen yürük olarak rastlanan, seyahatnamelerde bu suretle zikredilen bu Türk halkının menşei itibariyle katiyen Oğuzlardan bulunduğu XV. Asır müverrihlerinden olup da imparatorluğun kuruluş devri hakkında en eski malumatı verenlerden Oruç Bey’in bir münasebetle, (Bu Oğuz taifesi göç-güncü yürükler idi) şeklindeki ifadesiyle de sabittir.”2

Genel olarak, teorik ve analitik bakımdan Yörüklerle ilgili en ciddi çalışmalardan birisini yapmış olan Prof. Dr. Mehmet Eröz’e göre “Yörük” sözü, “Yörümek fiilinden yapılma, Anadolu’ya gelip yurt tutan göçebe Oğuz boylarını (Türkmenleri) ifade eden bir kelimedir... Kelime sıfattır; aslı da (yüğrük) dür. Kelime sıfat halinde ileri, medeni, bilgili, cins ve halis manalarına gelir... Yüğrük kelimesinin kabiliyetli, dirayetli, cesur manalarına geldiğini biz de müşahede ettik... Bütün Yörükler, bu kelimenin (yörümek) fiilinden müştak olduğunu söylediler. Bize göre (göç) kısmi hareketi, (yörümek) umumi, bütün hayat boyunca yapıla gelen fiili gösteriyor... Yörük ve Türkmen aynı manaya gelmekte, Anadolu’ya gelen göçebe Oğuz Türklerini ifade etmektedir. Bütün vesikalar bu göçebelerin Orta Asya’dan geldiklerini göstermektedir...(Yörük)'le (Türkmen)'in aynı etnik zümreye alem olan iki kelime olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Arşiv vesikalarında bu iki elime müteradif, eş anlamlı olarak kullanılıyor: Türkman-i Halep, Yörükan-ı Halep...ilh.”3

A. OSMANLI İSKAN SİYASETİ VE RUMELİ UYGULAMASI 
Osmanlı İmparatorluğu, kuruluş, genişleme, duraklama ve gerileme devirlerinde siyasi, iktisadi ve sosyal durumun değişmesine bağlı olarak, iskan politikasında da farklı şekilde hareket etmiştir. Özellikle ilk devirlerde yeni toprakların elde edilmesiyle, “konar-göçer” aşiretlerin bu yeni topraklara yerleştirilmesi şeklinde bir iskan politikası takip ederken (dışa dönük bir iskan siyaseti); imparatorluğun dinamizmini ve etrafa yayılma durumunu kaybetmesinden sonra, bir iç iskan unsuru olarak ortaya çıkan “konar-göçerler”in ve çeşitli sebeplerle yerlerini terk eden ahalinin boş ve harap sahalara iskan edilerek buraların ziraata açılması düşüncesi hakim olmuştur. Bunun yanı sıra XVIII. Yüzyılın sonlarına doğru kaybedilen topraklardan kaçan ahalinin iskanı meselesi de ayrı bir gaile olarak devleti meşgul etmiştir. Yerleşik ahaliyi korumak maksadıyla göçebe gruplar üzerindeki devlet baskısı da konar-göçerlerin kendiliğinden yerleşmelerini sağlamıştır. Şekavet hareketlerine karşı yolların emniyetini sağlamak amacıyla, “derbent” tesisleri yeniden imar edilerek çevreleri bir kasaba veya köy şeklinde bir iskan mahalli olarak kullanılmıştır. XIX. Yüzyıldan itibaren ise, bir “derebeyi” şeklindeki aile grupları ve aşiretlerin iskanı meselesi için çalışmalar yapılırken, diğer taraftan, artık tamamen “içe doğru” başlayan muhacir akını ile meşgul olmak durumu ortaya çıkmıştır. Bunun için “muhacirin komisyonu” kurulmuş, devlet bu yüzyıldan itibaren iskan politikasını daha sistemli olarak yürütmüştür.4

Osmanlı Devleti, bu genel “iskan siyaseti”ni şu “iskan metodları” ile yürütmüştür: Kuruluş devrinde bir çok tarikata mensup idealist “derviş’in önderliğinde başlayan ilk iskan hareketiyle birlikte, yeni alınmış yerlere ahali sürgün ederek, muhtelif yerlerde vakıflar tesis ederek ve müstakil derbend tesisleri kurup buralara ahali yerleştirerek. Bilindiği gibi, Rumeli’deki Türk varlığı Osmanlı Devleti öncesinde de söz konusu idi. Bu çerçevede bütün Rumeli’de, mesela Makedonya’da Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Oğuzlar, Kumanlar, Peçenekler ve Selçuklular gibi çeşitli Türk unsurlarının 378-1371 tarihleri arasında yerleşmiş olduklarını ve buralarda bunlarla ilgili hatıraların bulunduğunu biliyoruz.5 Osmanlı Devleti, 1356’da Gelibolu Yarımadası’ndaki Çimpe Kalesi’nin alınmasından sonra Rumeli’de süratli bir şekilde yayılmış, aralıksız 1912 yılına kadar sürecek olan yaklaşık 550 yıllık Türk hakimiyeti sırasında Rumeli Türkleşmiştir. Müslüman Anadolu Türklerinin Rumeli’ye gelişleri başlangıçta “Kolonizatör Türk Dervişleri”6 ile başlamış, söz konusu “dervişler” askeri fütuhattan önce yerli halkın ve özellikle IX. Yüzyılda bölgeye gelip yerleşen Peçenek ve Kuman Türklerinin gönüllerini kazanarak asıl fetih hareketinin zeminini oluşturmuşlardır. Ordunun ardından veya onlarla birlikte hareket eden, bir nevi “psikolojik harp” veya “istihbarat” unsuru olarak da değerlendirilebilecek olan tarikat mensubu bir çok dervişin, ıssız yerlerde yolların geçtiği önemli mevkilere zaviyeler ve tekkeler inşa etmesiyle ilk teşebbüsler başlamış, kurulan bu tekke ve zaviyeler ilk iskan nüvelerini teşkil etmiştir. Rumeli’yi bu şekilde iskan eden “Sarı Saltuk” ile Bursa’nın fethinde rol oynayan “Geyikli Baba” bunlara örnek olarak verilebilir.7

Kuruluş devrinde, konar-göçer Türk aşiretleri yeni alınan yerlerin Türkleştirilmesinde kullanılan en önemli unsurlar olmuşlardır. Savaşçı vasıfları, bir disiplin ve teşkilat içinde olmaları onları daha da önemli hale getirmiştir. Nitekim, Rumeli fatihi Süleyman Paşa zamanında “sürgün” metodu ile aşiretlerin Rumeli’ye “göçürülüp” “iskan edilmeleri”ne başlanmıştır. I. Bayezid devrinde aşiretlerin Rumeli’nin Türkleştirilmesi amacı ile daha büyük ölçüde Rumeli’ye nakledildikleri görülmektedir. Türk topluluklarının Rumeli’ye nakledilmeleri sırasında, devlet tarafından kendilerine zengin topraklar verilerek, bütün akrabalarıyla geçecek olanlara ise “yurtluk”, “toprak”, “tımar” gibi imtiyazlar tanınarak muhaceret teşvik edilmiştir. Bu durum “fütuhat”ı teşvik amacı taşıdığı kadar, fethedilen yerlerin Türkleştirilmesi ve memleketin “şenlendirilmesi” yani ekonomik, sosyal bakımdan kalkındırılması amacını da güdüyordu.

I. Bayezid devrine ait ilk iskan kaydı, 1400-1401 yıllarında “tuz yasağı”nı kabul etmeyen Menemen Ovası’nda kışlayan aşiretlerden “Göçerevliler”e ait olup, Filibe taraflarına sürülmüşlerdir. Oğlu Çelebi Mehmet zamanında ise, isyanları Yörgüç Paşa tarafından bastırılan Tatarlar da, Dobruca havalisine yerleştirilmişlerdir. 1397’de Mora’da Argos’un alınmasından sonra, buradan 30.000 kişi Anadolu’ya, Anadolu’dan da Üsküp ve Teselya bölgelerine Türkmen ve Tatar aşiretleri nakledilmişlerdir. Anadolu’dan Rumeli’ye aşiret göçürülmesi işi, II. Bayezid’in saltanatının sonuna kadar devam etmiştir.8

B. RUMELİ’YE YERLEŞEN YÖRÜK GRUPLARI 
Osmanlı Devleti’nin Balkan Yarım Adası’ndaki ilerlemesi ve yayılmasına paralel olarak, yörük gruplarının sayıları ve önemleri artmış ve daha sonra da bunları askeri bir teşkilata bağlamak, kendilerine mahsus bir nizam ve kanun meydana getirmek lüzumu ortaya çıkmıştır. Rumeli’ye peyderpey geçen çeşitli mıntıkalarda iskan edilen yörük grupları, XV. Asır ortalarından itibaren askeri ve stratejik vazifelerde belli roller almaya başlamış, içlerinden bu işleri başarabilecek şahıslar tespit edilmiş, tahrirleri (yazımları-sayımları) yapılmış; bunların celpleri, mükellefiyetleri ve diğer hususları belli kurallara bağlanmıştır. Böylece, XVI. asır ortasında artık ordu hizmetlerinde ve devlet işlerinde yer ve vazife alan düzenli bir askeri sınıf meydana gelmiştir.

XVII. asırda Rumeli’deki bu yörük teşkilatları dağılmaya başlamış, yörük yazılanlar azalmış, bunların önemli bir kısmı “konar-göçer”likten çıkarak yerleşik hayata geçmişlerdir. Sefer zamanlarında kendilerine verilen görevler yerine getirilemez olmuştur. İkinci Viyana Kuşatması ile başlayan uzun Avusturya savaşları sırasında bu durum daha iyi görülmüştür. Bu nedenlerle, XVII. asrın sonları ile XVIII. asrın başlarında, kısmen disiplin ve düzenleri bozulan bu gruplar yeniden düzenlenmişlerdir. 1691 yılında Padişahın bir ‘‘hattı hümayunu” ile yörük grupları, “Evlad-ı Fatihan” adı altında ve Rumeli’nin “sağ, sol ve orta kolu”nda olmak üzere yeniden yazıldı. Böylece teşkilat hem adını, hem de zamanın ihtiyaçlarına göre askeri ve ekonomik şekil ve bünyesini az çok değiştirdi.9

Kaynakların verdiği bilgiler değerlendirildiği zaman görülmektedir ki, Rumeli’ye yerleşen Türk grupları üç önemli isim altında toplanmaktadır: Konyarlar, Yörükler (Yürükler) ve Tatarlar. Atatürk’ün anne tarafından soyunu ilgilendirdiği için aşağıda haklarında ayrıntılı bilgi vereceğimiz ve kendileri de bir “yörük” grubu olmalarına rağmen, Anadolu’dan geldikleri yerin (Konya-Karaman) ismiyle anılan “Konyarlar” dahil bütün Yörükler, çeşitli tarihi, kültürel ve coğrafi nedenlerle isimler almışlardır. Osmanlı Devleti’nin resmi kayıtlarında geçen ve adlarına “tahrirler” yapılan, Rumeli’ye iskan edilen Yörükler şunlardır: “Naldöken Yörükleri, Tanrıdağı (Karagöz) Yörükleri, Selanik Yörükleri, Ofçabolu Yörükleri, Vize Yörükleri ve Kocacık Yörükleri”.

Belgelere göre, Rumeli’deki Yörüklerin üç şekilde isim aldıkları görülmektedir: İlk olarak başlarındaki reislerinin veya “beylerinin” adına, ikinci olarak herhangi bir farklı veya mümeyyiz özelliklerine, nihayet üçüncü olarak da en çok bulundukları mahallin adına göre. İsimlendirmede veya isim almada başlangıçta ilk şekil yaygın olmakla birlikte, daha sonra bir merkez etrafında toplanmaları ve yarı yarıya yerleşik hayata geçmeleri sonucunda üçüncü şekil yayılmıştır.

Mesela “Koca Hamza Yörükleri”, birinci şekilde isim alanlardandır. Atatürk’ün baba soyunun geldiği “Kocacık Yörükleri” işte bu Koca Hamza Yörükleri’dir. “Naldöken Yörükleri” ise ikinci şekil isim alan gruplardandır. Çünkü onlar, nal dökme sanatı ve işinde temayüz etmişlerdi. Naldöken Yörüklerine XV. Yüzyılda “Yörükan-ı Nalbant Doğan” da denilmekteydi. Aynı şekilde kayıtlarda “Yay Döken Yörükleri” de vardır. Bunlar, Anadolu’da da aynı isimle anılıyorlardı. “Selanik” “Ofçabolu” ve “Vize” Yörükleri ise yoğun olarak yaşadıkları merkezlerin isimleri ile anılmıştır ki, coğrafi bir isimlendirmedir. Bu Yörük grupları içinde o bölgede yaşayan, Konyarlar, Kocacıklar vb. gibi Yörük grupları da bulunmaktadır.10

II. ATATÜRK’ÜN BABA SOYU: “KIZIL OĞUZ” YAHUT “KOCACIK” YÖRÜKLERİ 
Mustafa Kemal Atatürk’ün baba soyu, Aydın/Söke’den gelerek Manastır Vilayeti’ne yerleştiler. Ali Rıza Efendi Manastır Vilayeti’nin Debre-i Bala Sancağı’na bağlı Kocacık’ta (muhtemelen 1839’da) dünyaya gelmiştir. Aile sonradan Selanik’e giderek yerleşmiştir. Dedesi Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız Mehmet’in taşıdığı “kızıl” lakabı ve yerleştikleri nahiyenin adı olan “Kocacık’“ın da gösterdiği üzere; Mustafa Kemal’in baba tarafından soyu Anadolu’nun da Türkleşmesinde önemli roller oynayan “Kızıl-Oğuz yahut “Kocacık Yörükleri, Türkmenleri” nden gelmektedir. Atatürk’ün babasının soyu ile ilgili bilinenleri ortaya koymadan önce tarihi devamlılığı gösterebilmek için, Kızıl Oğuzlar ve Kocacıklar ile ilgili belgelere dayalı bilgilerin bilinmesi ve ailenin serüvenini bu temel üzerine oturtulması gerekmektedir. Böylece, Rumeli’nin Türkleşmesi ve Rumeli’nin Osmanlı Devleti dönemindeki teşkilatlanması içinde mesele daha iyi anlaşılmış olacaktır.11

A. KIZIL OĞUZLAR YAHUT KOCACIKLAR HAKKINDA İLK BİLGİLER VE ANADOLU’DAKİ VARLIKLARI 
Kızıl Oğuzlar’ı veya Kızıl Oğuz Türkmenleri’ni, “Kızılkocalılar” olarak ifade ederek, Kocacık Yörükleri veya Türkmenleri ile aynı “Yörük grubu” olarak ele alan Hüseyin Şekercioğlu, bunların “Oğuzların Kızıl Oğuz boyundan olduğu” düşüncesindedir.” 1041 yılı civarında Hazar Denizi’nin güneyinde ve güneybatı bölgesinde Tahran, Kazvin, Rest, Zencan ve Tebriz bölgelerinde oturan, “Kızıl Özen” veya “Kızıl Ören” Irmağı bölgesinde yaşayan ve İldeniz hükümdarlarından Arslan Şah’ın oğlu “Kızıl Bey”in oymakları oldukları için bu Türkmenlere “Kızıl Oğuz Türkleri” adı verilmiştir.12 Bunları, X. Yüzyılın birinci yarısında müstakil ve kudretli bir devlet olan “Oğuz Yabgu Devleti” içinde ve Büyük Selçuklu Devleti kurulmadan önce, Selçuk’un dört oğlundan birisi olan Arslan Yabgu ile birlikte hareket ederken görüyoruz. Aynı zamanda Türkiye Selçukluları Devleti’ni kuranların ataları da olan Arslan Yabgu. Gazneli Sultanı Mahmud tarafından tutuklanarak hapsedilince (1025), bu bölgeyi terk ederek Horasan’a geçen ve Serahs, Ferave (bugün Kızıl Arvat, Kızıl Ribat) ve Abiverd’e yerleşen 4000 çadırlık Oğuz kümesinin başında, Yağmur, Buka, Gök-Taş ve Kızıl Beyler bulunuyordu. Kızıl Bey daha sonra Gazneli Mesud’un hükümdarlığı sırasında onun hizmetine girdi. Humar-Taş Bey’in idaresinde bazı Türkmen grupları sonradan Irak’a giderek yerleştiler. Horasan Balhan bölgesinde kalan gruplardan ayırmak için bunlara “Irak Oğuzları” denildi. “Kızıllı Oğuzları”, Selçukluların 29 Haziran 1035’de Gazneli ordusunu Nesa Savaşı’nda yenilgiye uğratmalarından sonra “Irak Oğuzları” ile birlikte görüyoruz: Bu zaferden sonra, Selçuklulara çeşitli Oğuz oymakları katıldığı halde, “Yağmurlu Oğuzları” ve “Balhan Türkmenleri” ile birlikte “Kızıllı Oğuzları” katılmamış; bir süre İsfahan hakimi Alaü’d-devle’nin hizmetine girmişler, daha sonra onlardan da ayrılarak soydaşları “Irak Oğuzları”na katılmışlardır.

Bir süre sonra bu Oğuzlar Rey’deki Oğuzlara katıldılar. Irak Oğuzları 5000 atlı çıkarabiliyorlardı ve bu dönemde başlarında Kızıl, Gök-Taş, Buka, Giz Oğlu, Mansur, Dana (?) ve Anası-Oğlu gibi beyler bulunuyordu. Bunlardan Kızıl ve Buka önce Rey’i, sonra da Hemedan’ı ele geçireceklerdir.Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in kız kardeşi ile evlendiğini bildiğimiz ve devletin kuruluşunda Selçuklulara büyük destek veren Kızıl Bey, takriben devletin kuruluşundan sonra 1040 veya 1041’de ölmüş, Rey Şehri civarında gömülmüştür.13 Tuğrul Bey’e bağlı olan bu Kızıl Oğuz Türkmenleri, başlarında Mansur, Gök-Taş, Buka Beyler olduğu halde Anadolu’ya yapılan akınlarda aktif olarak rol aldılar. Sultan Alp Arslan ve Sultan Melikşah dönemlerinde Alp Arslan’ın yeğeni Sadettin Bey’in emrine giren Kızıl Oğuzlar, 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi ve Zaferi’nden sonra Kars, Erzurum, Erzincan ve Sivas illerine doğru akınlara başlayarak Sivas ve Tokat arasındaki Kelkit Vadisi’ni ele geçirdiler. Türkiye Selçukluları’nın son zamanları ile Anadolu Beylikleri döneminde Ankara’nın idaresini elinde bulunduran Ankara Valisi “Kızıl Bey” de bu Kızıl Oğuz Türkmenlerinden idi.

Selçuklu Devleti’nin “iskan” politikaları çerçevesinde Tokat, Amasya, Konya, Karaman, Ankara, Aydın, İsparta, Balıkesir, Bolu, Kastamonu ve Sinop illerine yerleştirilen Kızıl Oğuz Türkmenleri; 1410’da Reşadiye ve Mesudiye arasındaki “Kızıl Özenliler Yurdu” olarak anılan (bugünkü Reşadiye-Kızıl Ören Köyü civarı) bölgede “Kızıl Ahmetliler” isimli bir de beylik kurdular. Beyliğe adını veren Kızıl-Oğlu Ahmet Bey ve kardeşleri, Amasya, Tokat, Çorum ve Sivas, Ordu, Samsun, Giresun ile Şebinkarahisar’ı ele geçirdiler. Kızılırmak ve Yeşilırmak bölgesine hakim oldular. 1424 yılında Sultan II. Murat’ın emri ile Amasya Valisi Yörgüç Paşa, Kızıl-Oğlu Ahmet Bey ve diğer ileri gelenleri Amasya Kalesi’ne davet ederek ortadan kaldırdı. Kızıl Oğuz Türkmenleri de Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağıtıldılar. Kızıl Oğuz Türkmenleri’nin büyük bir bölümü, Fatih Sultan Mehmet zamanında Evrenos-Oğlu Ali Bey komutasında Rumeli’de fethedilen Selanik, Manastır ve Yanya illerine yerleştirildiler. Son İsfendiyaroğulları Beyi ve Osmanlıların Kastamonu Valisi Cemalettin Kızıl Ahmet Paşa, 1515’lerde Bayburt Sancak Beyi olan Mirza Mehmet Bey ve Bolu Sancak Beyi olan babası Kızıl Ahmet Bey ile III. Murat zamanında Rumeli Beylerbeyi olan Kızıl Ahmetli Şemsi Paşa Kızıl Oğuz Türkmenlerinden idi.14

Merhum Prof. Dr. Faruk Sümer’in XVI. yüzyıl Tahrir Defterleri’ne dayanarak yaptığı araştırmalara göre, XVI. yüzyılda Anadolu’da Kızıl Oğuz Türkmenleri’ne bağlı “oymaklar” şuralarda görülmekteydi: Maraş’tan Ankara, Kayseri, Kırşehir’e kadar olan sahada yayılmış bulunan “Dulkadırlı Eli”ne bağlı “Kızıllu” oymağı. Boz-Ulus’un bir kolu olan “Diyarbekir Türkmenleri”ne bağlı “Koca-Hacılu” oymağı. Boz-Ulus’un “Dul-kadırlı” oymaklarından “Kızıl-Kocalu” oymağı. “Boz-Ok Eli” (bugünkü Yozgat bölgesi)’ne bağlı Kara-Taş’ta “Kızıl-Kocalu”, Ak-Dağ’da “Kızıl-Kocalu”, Sorgun’da “Kızıl-Kocalu” oymakları. “Menteşe Eli” (bugünkü Muğla yöresi)’nde “Kızılca-Yalınc” ve “Kızılca-Keçilu” oymakları.15

Bilindiği gibi “yer adlan”, kültür tarihi bakımından çok büyük bir önem taşır. Anadolu’nun ve Rumeli’nin Türkleşmesinde de görüldüğü gibi Türkler, çeşitli geleneklere bağlı olarak yer adı vermektedirler. Bazen milli kültürün bir parçası olarak Orta Asya’daki yer adları Anadolu ve Rumeli’deki benzer yerlere verilmiştir. Bazen, bir boy veya oymak yerleştiği yere boyunun veya oymağının adını vermiştir. Bazen, boy beyi veya boyun bir büyüğünün adı verilmiştir. Arazi şekline, yerleşme esnasındaki bir olaya, eski bir totem olan ve silik izleri hatıralarda devam eden bir hayvanın adına göre de isim verilir veya alınırdı.16 Anadolu’da dün ve bugün gördüğümüz bütün “Kızıl” sözü ile başlayan yer adları da bu gelenek çerçevesinde, işte bu Kızıl Oğuz Türkmenlerin hatıralarını taşır. Bazı misaller şu şekilde verilebilir: Kızıl-ırmak, Kızılca-hamam, Kızılca-viran (bugünkü Kızılca-ören) (XVI. Yüzyıl, Bayburt Sancak Merkezi), Kızılca-kent (XVI. Yüzyıl, Bayburt, Kelkit), Kızılca (XVI. Yüzyıl, Bayburt, Tercan-ı Süfla)17, Kızıl-köy (Afyon, Bursa), Kızıl-çakçak, Kızıl-ziyaret (Ağrı), Kızıl-öküz (Kars), Kızıl-ırmak, Kızıl-dağları (Suşehri, Refahiye, İmranlı arasında), Kızıl-kuyu, Kızıl-lar, Kızıl-yaka, Kızıl-ören (Karaman’ın köyleri).18

B. KIZIL OĞUZLAR YAHUT KOCACIKLARIN RUMELİ’DEKİ VARLIKLARI 
Anadolu’daki oymak adlan ve yer adlarında da görüldüğü üzere, Kızıl Oğuz Türkmenleri’ne “Kızıl-Kocalu”, “Kızıl-Kocalı”, “Kocacıklılar” “Kocacıklar”, “Kocacık Türkmenleri” ve “Kocacık Yörükleri” gibi isimler de verilmektedir. Rumeli’ye iskan edilen “Kocacık Yörükleri”, XVI. ve XVII. yüzyıllarda kendileri için müstakil “tahrir defterleri” tanzim edilen altı yörük grubundan birisidir. Arşivlerimizde doğrudan Rumeli’deki Kocacık Yörükleri ile ilgili olan ve yaklaşık bir asırdan fazla bir zamanı (1543-1666) gösteren dört adet defter bulunmaktadır. Bunlardan ikisi tam ve müstakil, teşkilatın henüz kuvvetli olduğu zamanlara (1543 ve 1584) mahsustur. 1642 ve 1666 senelerinin durumunu bildiren diğer ikisi eksik ve diğer defterlerin içinde bulunmaktadır. Bunlar, teşkilatın bozulmaya başladığı döneme aittir.

Rumeli’deki Kocacıkların başlarında, hakkında tarihi bir bilgiye sahip olmadığımız “Koca Hamza” isimli bir beyin bulunmasından dolayı önceleri “Koca Hamza Yörükleri” olarak anıldıklarını; sonradan çoğunlukta bulundukları yerlerde Kocacıklar olarak tanınmaya devam ettiklerini biliyoruz. 1543’te 132, 1584’te 179 ocak olarak görülen ve altmış sene sonra 18 ocağa düşen Kocacık Yörükleri’nin nüfuslarındaki önemli artış 1572 ile 1575 yılları arasında olmuştur. Kayıtlara göre yerleştikleri ve kendi adları ile yazıldıkları yerler şuralardır: “Hırsova, Tekfurgölü, Varna, Pravadi, Aydos, Ruskasrı, Ahyolu, Karinabad, Şumnu, Burgaz, Kızılağaç, Yanbolu, Eskibaba, Kırkkilise, Edirne, Filibe, Silistre, Hacıoğlu-Pazarcık, Ak-kerman, Bender, Kili”. Kısmen Naldöken ve Tanrıdağı Yörükleri’nin de bulunduğu Doğu Trakya, Bulgaristan ve Doğu Rumeli’nin doğu tarafları, bütün Dobruca ve Bender, Akkerman yörelerinde (Eski Paşa Livası ile birlikte Kırkkilise, Çirmen, Vize, Silistre, Bender, Akkerman Sancakları) yaşayan Kocacıklar, onlardan az miktarda olmakla birlikte oldukça önemli bir grup teşkil etmişlerdir. Bu bölgede başlarında “subaşı” olarak, 1543’te Mustafa (Bz)bali Bey, 1572’de Mahmut, 1584’te Mehmet ve 16O3’te Muharrem Beyler görülmektedir.

Kocacık Yörükleri’nin yerleştikleri yerler, Karadeniz sahilini, takriben, Filibe istisna edilirse, nihayet 250 kilometrelik bir saha içinde uzanan şerit içinde, bugünkü Türkiye’den Edirne ve Kırklareli Vilayetleri, Bulgaristan ve Doğu Rumeli’nin doğu tarafları ve Silistre dahil olmak üzere boydan boya Dobruca ve nihayet Kuzeyde Kili, Bender, Akkerman üçgeninin bulunduğu mıntıkalardan ibarettir. XVI. asrın ikinci yarısında en çok yoğunluk gösterdikleri bölge Yanbolu, Varna, Şumnu arasıdır. Sonra Hırsova gelir ki, bu miktar, bu mıntıkada yazılan Naldöken, Tanrıdağı, Selanik Yörükleri toplamından daha fazladır ve bu grup içerisinde Yanbolu’dan sonra da en fazla bulundukları yerdir. XVI. asrın ikinci yarısında, bugün çoğunu tespit edemediğimiz, Kocacık Yörükleri’nin ikamet ettikleri 1600’den fazla meskun mahal bulunmaktaydı. Kendi isimleri ile kayıtlı oldukları 1543 Tarihli Tahrir Defteri’ne göre, bizzat kendi hatıralarını taşıyan şu köy ve sancak adlarını tespit edebiliyoruz: “Kocalar” (Ahıyolu), “Koca-göl”, “Koca-kurd”, “Koca-oğulları” (Akkerman, Bender, Kili), “Koca-Halil” (Babaeski), “Kızılca”, “Kocaşlı”, “Koca-göl” (Dobruca), “Kızılca-Veli”, “Kızıl-hisarhk”, “Kocuk-Bilal” (Hırsova), “Koca-tarla” (Kırkkilise), “Kızılcalı” (Provadi), “Koca-Ömer” (Rus Kasrı), “Kızılca-İlyas”, “Kızılca-İsmail” (Silistre), “Kızıl-Bekir” (Şumnu), “Kızılca”, “Kızılca-İsmail” (Varna), “Kızılcıklı”, “Kocalar”, “Kocalı-Musa Kocalı” (Yanbolu), “Yenice-Kızılağaç”(Sancağın adı)-20

Kocacık Yörükleri kendi defterlerine yazıldıkları bu yerlerin dışında da buralardaki yoğunlukta olmasa da, önemli miktarda bulunuyorlardı. “Evlad-ı Fatihan Teşkilatı”nın kurulmasına kadar özellikle, “Selanik Yörükleri” ve “Ofçabolu Yörükleri” olarak yazılan ve kayıtları tutulan yörük grupları içinde Kızıl Oğuz veya Kocacık Yörükleri de bulunuyordu.

Fethinden itibaren yoğun bir şekilde bütün Makedonya ve Teselya bölgesinde, nisbeten az miktarda olmak üzere de Bulgaristan ve Dobruca’da iskan edilmiş olan “Selanik Yörükleri”, Teselya’da; en çok Yenişehir’de, Florina, Serfiçe, Avrethisarı, Ustrumca’da, Dobriça’da da Silistre’de yaşıyorlardı. Toplam 500 ocak olan Selanik Yörükleri, 1543 Tarihli Tahrir Defteri’ne göre “ocak” sayılarıyla birlikte şu mıntıkalarda bulunuyorlardı: Manastır (7), Pirlepe (13), Florina (36), Serfiçe (33), Fener (23), Badracık (5), Çatalca (60), Yenişehir (117), Kelemeriye (35), Pınardağı (8), Yenice-Vardar (2), Avrethisarı (47), Usturumca(28), De-mirhisar (8), Filibe (10), Kızıl-ağaç (2), Yenizağra (1), Eskizağra (6), Ak-çekazanlık (1), Hasköy (1), Lofça (3), Yanbolu (1), Tatarpazarı (7), Pravadi (3), Silistre (26), Tekfürgölü (2), Varna (4), Hırsova (2), Şumnu (2), Çernova (4), Tırnova (3).21

“Ofçabolu” bugünkü Makedonya Cumhuriyeti sınırlarındaki Üsküp ile İştip arasında az arızalı ve konar-göçer yaşayış tarzına elverişli bir bölgenin adıdır. Buraya “Mustafa Ovası” da denilmektedir. Merkez kasabası İştip’tir. Gerek burada, gerek Pirlepe ve Tikveş civarında bulunan, daha XIX. Yüzyılda bile varlıkları tesbit edilen Yörükler, XVI. ve XVII. Yüzyıllarda “Ofçabolu Yörükleri”ni teşkil ediyorlardı. Bunlar imparatorluğun eski Kosava ve Manastır Vilayetlerinde bilhassa dört yerde yoğun bir halde, Bulgaristan ve Dobriça’da da bazı yerlerde tek tük olarak görülmektedirler. 1566’da 97, 1608’de 88 ocak olarak tesbit edilen Ofçabolu Yörükleri, 1566 tarihli Tahrir Defteri’ne göre Üsküp (18), Ostruva (14), İştip (31), Pirlepe (35), Tatarpazarı (1), Filibe (1), Yanbolu (2), Silistre (1), Tırnova (2) ve İhtiman (2)’da bulunuyorlardı. Burada kayıtlara geçen “ocak” sayıları yoğun olarak yaşadıkları yerleri de göstermektedir.22

Yukarıda değinildiği üzere, Rumeli’yi Türkleştiren bu Yörük unsurlar, 1691’den sonra “Evlad-ı Fatihan” ismiyle yeniden örgütlenmişlerdir. Hasan Paşa tarafından yapılan “tahrir”e göre, 1691 (1102) Tarihli Evlad-ı Fatihan Defteri’nde tesbit edilebilen “Kızıl Oğuz” veya “Kocacık” Yörüklerinin adını taşıyan kaza ile köy adları ve bu köylerin çıkarmakla yükümlü oldukları “yürük piyadeleri” sayısı şu şekildedir (parentez içindeki isimler köylerin bağlı oldukları kazaları göstermektedir) : Yenice-i Kızılağaç 14, Kızılcıklı 2 (Çırpan), Kızılca-Ali 8 (Tatarpazarı), Koca-beğli 1 (Filibe), Kızılca-kasaplı 7 (Uzunca-ova Hasköy), Kızıllu 5 (Kavala), Kızıl-doğan 9 (Toyran), Kızıllı 14 (Nahiye-i Bazargah), Koca-Ahmedli 66 (Cuma-Pazarı, Sarı-Göl), Kocalı Mahallesi (Radovişte 50), Koca-Ömer ma’a Kaba-ağaç 11, Kızıl-ağaç 1 (Gümilcine), Koca-Mahmudlu 1 (Yenice-Karasu), Boynu-kızıllı 14 (Çağlayık), Kızıllık 26 (Serez), Koca-doğan 3 (Hacı-oğlu-Pazarı), Kara-koca 5, Kızılcıklı 43, Koca-oğulları 7 (Silistre), Koca-Ali ma’a Dede 3, Koca-doğan 1, Kızıllar 9, Koca-pınarı (Hezargrad), Kara-koçılı (Kara-kocalı ?)18, Kocaman 1 (Rusçuk), Kocacıklu 4, Bayır-kocalar 4 (Şumnu).23

C. KIZIL OĞUZ YAHUT KOCACIK YÖRÜĞÜ OLARAK ALİ RIZA EFENDİNİN AİLESİ 
Atatürk’ün soyu ile ilgili elimizdeki en sağlam bilgiler öncelikle kendisinin, annesinin, kardeşi Makbule Hanım’ın anlattıklarıdır. İkinci olarak, kendisini ve ailesini tanıyan Hacı Mehmet Somer gibi, kimi çocukluk arkadaşlarının verdiği bilgilerdir. Mustafa Kemal dahil aile fertlerinde kuvvetli bir “Yörük, Türkmen olma” bilinci vardır: Makbule Hanım, E. B. Şapolyo’nun sorduğu “babanız nerelidir?” sorusuna şu cevabı vermiştir: “Babam Ali Rıza Efendi yerli olarak Selaniklidir. Kendileri Yörük sülalesindendir. Annem her zaman Yörük olmakla iftihar ederdi. Bir gün Atatürk’e ‘Yörük nedir?’ Diye sordum. Ağabeyim de bana ‘Yürüyen Türkler’ dedi.” Yine Şapolyo’nun Ruşen Eşref Ünaydın’dan naklettiğine göre, “Atatürk, çok kere benim atalarım Anadolu’dan Rumeli’ye gelmiş Yörük Türkmenlerdendir derlerdi.”24

Atatürk’ün baba soyu ile ilgili önemli bilgileri verenlerden birisi de M. Kemal’in Selanik’te mahalle ve okul arkadaşı, eski Milletvekillerinden Hacı Mehmet Somer Bey’dir. Somer’e göre; “Atatürk’ün ataları hakkında benim bildiğim şunlar: Atatürk’ün ataları Anadolu’dan gelerek Manastır Vilayeti’nin Debre-i Bala Sancağı’na bağlı Kocacık nahiyesine yerleşmişlerdir. Bunları ben Selanik’in ihtiyarlarından duymuştum. Kocacıklıların hepsi öz Türkçe konuşurlar. İri yapılı adamlardır. Bunların hepsi Yörüktür. Hayvancılıkla geçinirler, sürüleri vardır. Bir kısmı da kerestecilik ederler. Bunların kıyafetleri Anadolu Türklerine benzer. Yaşayışları, hatta lehçeleri de aynıdır.”25 Atatürk’ün babasını ve dedesi “Kızıl Hafız Ahmet’i tanıyan Eski Aydın Milletvekili Tahsi San Bey ve Eski Umumi Müfettiş ve Milletvekili Tahsin Uzer’den Kılıç Ali’nin26 ve Tahsin San Bey’den E. B. Şapolyo’nun27 naklettiği bilgiler de, Atatürk’ün baba soyunun “Anadolu’dan Rumeli’ye geçmiş olan Yörüklerden” olduğunu göstermektedir. Atatürk’ün baba soyu, Aydın/Söke’den gelerek Manastır Vilayeti’nin Debre-i Bala Sancağı’na bağlı Kocacık’a yerleşti. Aile sonradan Selanik’e göç etti. Dedesi Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız Mehmet’in taşıdığı “kızıl” lakabı ve yerleştikleri nahiyenin adı olan “Kocacık’“ın da gösterdiği üzere; Mustafa Kemal’in baba tarafından soyu Anadolu’nun da Türkleşmesinde önemli roller oynayan “Kızıl-Oğuz” yahut “Kocacık Yörükleri, Türkmenleri” nden gelmektedir.

Bugün nüfusu yaklaşık 2.100.000 olan Makedonya Cumhuriyeti içerisinde bir kısmı hala konar-göçer hayatı devam ettiren Yörük olmak üzere, yaklaşık 200.000 civarında Türk yaşamaktadır. Makedonya’nın her tarafına dağınık olarak yaşayan Türklerin en yoğun olarak bulundukları yerler. Gostivar ve Üsküp gibi şehirleriyle Batı Makedonya Bölgesi’dir. Bu şehirlerden başka. Kalkandelen, Ohri, Struga ve Debre, Jupa; Doğu Makedonya’da ise, Manastır. Pirlepe, İştip, Ustrumca ve Kanatlar önemli Türk yerleşim birimleridir.28

Sofya Üniversitesi Profesörlerinden J. İvanof 1920’de Paris’te yayınlanan eserinde, Makedonya’ya Türklerin yerleşmeleri ile ilgili olarak şu bilgileri vermektedir: Türkler, XIV. Asırdan itibaren ve Çirmen zaferini müteakip Makedonya’ya yerleşmeye başladılar. Şehirler Üsküp, Pirlepe, Köstendil, Drama bir ara tamamıyla Türklerin yaşadığı şehirler olur. Türk ordusunun fethettiği stratejik noktalar etrafında süratle Türk kasabaları meydana getirilir. Bunlar Anadolu’dan göç eden Türklerdir. Göç eden Türklerden kurulu yepyeni şehirler meydana gelir: Yenice, Vardar. Zamanla şehirlerde Türk nüfusu karışık bir manzara arz eder. Fethi müteakip, Hıristiyan yerliler İslam dinini kabul ederler. Hemen fetihten sonra göç etmiş temiz Türk topluluğu etrafında toplanırlar. Şehirlerin dışında köyler etrafında da Türk toplulukları da vücuda gelir. Bunlar Anadolu’dan göç etmiş büyük gruplardır. Onlara Yörük ve Konyar adını vermelerinin sebebi bu göçmenlerin Anadolu’dan Konya’dan gelmiş olmalarıdır. Umumiyetle Yörükler ve Konyarlar Türkler gibi giyinen, konuşan yerlilere (İslamiyeti kabul eden Hıristiyanlara) karışmazlar. Bu Türk göçmen toplulukları üç büyük grup halindedir: 1. Ege Denizi Kıyı Bölgesi: Rodoplardan denizi kadar iner. Selanik bölgesi dahil buraları tamamıyla Türk’tür. 2. Sarıgöl Bölgesi: Burada Sarıgöl (Kayalar), Cuma gibi zengin Türk kasabaları vardır. Bu bölgedeki köylerin sayısı 130’dur. 3. Vardar Bölgesi: 240 Türk kasaba ve köyü vardır. Vardar nehrinin umumiyetle doğu kıyılarındadır. Bu üç büyük göç grubundan başka, daha ufak göç grupları da dağınık yerleşmişlerdir: -Vardar Nehri aşağı kısımlarında, Maya Dağı civarındakiler, -Manastır Ovası’nda Kenali (Kınalı? Kanatlı?)de oturanlar, -Debre güneyinde, Kara Drin nehri geçitlerini tutanlar.”29

İşte Atatürk’ün dedelerinin Anadolu’dan gelerek yerleştikleri Osmanlı Devleti döneminde Manastır Vilayeti’ne bağlı dört sancaktan biri olan “Debre-i Bala”nın merkezi, bugün Batı Makedonya’daki Debre şehridir. Babası Ali Rıza Efendi’nin doğduğu “Kocacık” nahiyesi de şimdi Jupa Bölgesi’nde yine aynı isimle anılan bir köydür. Köyde şu anda Jupa Bölgesi Türk çocuklarının Türkçe eğitim gördükleri Necati Zekeriya Merkez İlkokulu isminde bir okul da bulunmaktadır. 1993 yılında gazeteci Altan Araslı, Kocacık Köyü’ne giderek, burada Atatürk’ün dedesinin evini bulmuştur. “Atatürk’ün Büyükbabası’nın Evini Bulduk, Atamız Yörük Türkmeni” başlığı ile verilen haberde, Kocacıklılarla yapılan konuşmalar da göstermektedir ki, Atatürk’ün baba soyu hakkında nakledilen bilgiler doğrudur ve bunlar köydeki yaşlı insanlar tarafından hala canlı bir şekilde hatırlanıp, anlatılmaktadır. Ayrıca, bugün yaşayan Kocacık Köylülerinde de “Yörük, Türkmen ve Oğuz olma bilinci” vardır.

Araslı’nın Üsküp’te görüştüğü Kocacıklı Numan Kartal anlatıyor: “Ali Rıza Efendi, Manastır Vilayeti’nin, Debreibala Sancağı’na bağlı Kocacık’ta dünyaya geldi. Kocacık’ın nüfusu tamamen Türk. Hepsi de Yörük Türkmenleri. Anadolu’dan geldiler. Bizler, Müslüman Oğuzların Türkmen boyundanız. Atatürk’ün büyükbabası, İşkodyalılar ailesinden, Babaanne’si ise Golalar ailesinden gelmektedir. İşkodyalılar, İşkodya’dan, Kocacık’a gelip yerleşen akıncı Türklerinin adıdır. Golalar ise ‘hudut gazileri’ anlamını taşımaktadır. Dedesi, Kocacık’ın Taşlı Mahallesi’nden, Babaanne’si ise Yukarı Mahallesi’ndendir. Ayşe Hanım, Taşlı Mahallesi’ne gelin gelmiştir. Kırmızı Hafız Mehmet Efendi, Çınarlı Mahallesi’nde İlkokul öğretmenliği yapmış. Kocacık’ın Taşlı Mahallesi’nin üst tarafında bir yokuş vardır. Önünde küçücük bir derecik akar. Bu nedenle oraya Dere Mahallesi de denir. İşte Ata’nın Büyükbaba’sının evi oradaydı. Kocacık’tan temelli göç ettikleri zaman, evlerini Etem Malik’lere satmışlar. Malik’in oğlu Hayrettin İzmit’te oturmaktaydı.”

Yine Üsküp’te yaşayan Kocacıklılardan Murat Ağa Altan Araslı’ya şu bilgileri vermiştir: “Atatürk’ün dedesinin adı Kırmızı Hafız Ahmet Efendi’dir. Lakapları böyle. Ama, asıl hafız olan kardeşi Mehmet Efendi’dir. Babaanne’sinin adı da Ayşe Hanım’dır. Daha sonraları Ahmet Efendi’ye ‘firari’ denmeye başlamış. Firari, Rumeli’de ‘gurbetçi’, ‘gurbete çıkan’ anlamına gelmektedir. Yalnız, Selanik’te vuku bulan bir olayla da bağlantılıdır. Kocacık’ın toprağı münbit değildir. Olanakları da kısıtlıdır. Bu nedenle, Ahmet Efendi, Yukarı Mahalle’den Feyzullah Pehlivan ve Taşlı Mahallesi’nden Fazlı Ağa ile birlikte Selanik’e Çalışmaya gitmişler. 1876 yılının Mayıs ayında bir gün yolda bir olaya tanık olmuşlar...” Murat Ağa sonra doğruluğu şüpheli bir olayı anlatarak sözlerine son vermektedir. Murat Ağa’nın burada verdiği tarih de yanlıştır. Çünkü, Atatürk’ün babasının yaklaşık olarak 1839’da Selanik’te doğduğunu bildiğimize göre, aile zaten bahsedilen tarihlerde Selanik’e taşınalı epeyce olmuş olmalıdır. Nitekim Araslı’nın verdiği bilgilere göre, Ahmet Efendi’nin Kocacık’tan 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi)’nden otuz yıl kadar önce taşındığını; köyden ilk ayrılanın da Mustafa Kemal’in Büyük Amcası Kırmızı Hafız Mehmet Efendi olduğunu köylüler anlatmaktadırlar. Araslı’nın Üsküp’te görüştüğü bir diğer Kocacıklı da Kocacık’ın Yukarı Mahallesi’nden, Dolakar Ailesi’nden, Behlül ve Hatice Kızı Maksude Yıldız’dır. Maksude Yıldız anlatıyor: “Harekat Ordusu’nun İstanbul’a yürüyüşü tüm Balkanlar’da büyük heyecan yaratmıştı...Harekat Ordusu’nun faaliyetleri en güncel konuydu. Mensupları da meşhur olmuştu. Şevket Paşa’nın yaverinin Kocacıklı olduğunu öğrendik. Kimdir, neyin nesidir derken, Kırmızı Hafız Ahmet Efendi’nin torunu, Ali Rıza’nın oğlu Mustafa Kemal olduğunu söylediler.”

Gazeteci Altan Araslı, Üsküp’teki Bu Kocacıklılar’dan bu bilgileri aldıktan sonra, Birlik Gazetesi (Üsküp’te Türklerin yayınladıkları gazetedir)’nden Remzi Canova ile birlikte Rumeli’nin meşhur Kaz Dağları’nı, Maya Dağları’nı tırmana tırmana sarp bir dağ köyü olan Kocacık’a dört saatlik bir araba yolculuğundan sonra ulaşıyorlar. Burada kendilerine Köylülerden İsmail Yahya Atatürk’ün dedesinin evini gösteriyor. Onlar geçmişi konuşurlarken gelen yaşlı bir nine söze giriyor ve “evladım doğrudur, onların eviydi” diyerek İsmail Yahya’nın sözlerini onaylıyor.30

Mevcut bilgiler göre Atatürk’ün baba soyu Aydın-Söke’den göçürülerek Makedonya’ya gelmişlerdir. Manastır Vilayeti’ne bağlı Debre-i Bala Sancağı’nın Kocacık Nahiyesi (Köyü)’ne yerleşen aile takriben 1830’larda Selanik’e göçmüştür. Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi burada takriben 1839’da dünyaya gelmiştir. Babası Kızıl Hafız Ahmet Efendi’dir. Kızıl Hafız Ahmet Efendi’nin Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi isminde bir erkek, bir de Nimeti Hanım isminde bayan iki kardeşi vardır. Atatürk’ün baba soyu, büyük amcası Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi tarafında devam etmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Bunun oğlu Salih Efendi ve ikinci eşi Müberra Hanımdan devam eden aile, torunlarla yedinci kuşağa ulaşmış bulunuyor. Belgelerden Atatürk’ün Müberra Hanım’a “Yenge” şeklinde hitap ettiğini biliyoruz. Bunların beş çocuğundan birisi olan Necati Erbatur, 28 Eylül 1927’de Dolmabahçe Sarayı’nda nişanlanmış; diğer çocukları Vüsat Erbatur’un kızı Nesrin Hanım ile Feridun Söğütligil’in nikahları 2 Ekim 1937’de Park Otel’de yapılmış ve Atatürk bu nikah törenine katılmıştır.31

D. ALİ RIZA EFENDİ’NİN HAYATI 
Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi, Selanik’te 1839 yılında doğdu. Selanik’te Abdi Hafız Mektebi’nde okuduğunu32 ve Vakıflar İdaresi’nde “ikinci katip” olarak memuriyet yaptığını bildiğimiz Ali Rıza Efendi, sonradan Rüsumat İdaresi’ne girmiş ve “Gümrük Memurluğu” görevlerinde bulunmuştur.

Ali Rıza Efendi’nin gümrük muhafaza memurluğu görevi, Selanik yakınlarında, Olimpos Dağı eteklerinde bulunan Katerin Kazası’na bağlı Papazköprüsü (Çayağzı)’nde idi. Selanik ile bütün civarının ve hatta İstanbul’un odun ve odunkömürü ihtiyacını temin eden bu bölgede bir kaç yıl görev yaptıktan sonra Rüsumat’tan da ayrılır. Ayrılmasında, bu bölgede asayişin gittikçe bozulması ve Rum çetelerinin devamlı baskınlarla huzuru bozmaları rol oynamıştır. O yıllarda yeni evli olan Ali Rıza Efendi, eşini bu karışık ortamdan kurtarmak istemiştir. Onun buradaki görevinin 1870’lerden itibaren 1880-1881 yıllarına kadar devam ettiği biliniyor. Bu tarihlere göre Ali Rıza Efendi, evlendiği tarihlerde ve Mustafa Kemal doğduğu sıralarda Çayağzı’ndaki bu görevde idi. Nitekim, Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal’in doğduğu günlerden bahsederken, “O zamanlar Ali Rıza Efendi’nin memuriyeti Selanik civarında Çayağzı’nda idi, bazı geceler eve gelmiyordu” der.33

1935 yılında ele geçirilen ve Ali Rıza Efendi’ye ait olduğu tespit edilen bir fotoğrafla ilgili olarak yapılan araştırmalar sonucu, onun 1876-1877 yıllarında Selanik’teki “Asakir-i Milliye Taburu”nda “Birinci Mülazım”, Üsteğmen rütbesiyle görev yaptığını öğreniyoruz. Mensubu olduğu “Selanik Asakir-i Milliye Taburu” 1876 Osmanlı-Sırp Savaşı’nın başladığı günlerde Şura-yı Devlet Başkanı olan Midhat Paşa’nın teşebbüsleri ile kurulmuş “gönüllü taburlar”dan biridir. Halktan gönüllülerin iştiraki ile orduya yardımcı olacak böyle bir kuvvetin teşkili fikrini ön safta destekleyenler arasında Namık Kemal ile Ziya Paşa da vardır. İlk hareket İstanbul’da başladıktan sonra, Selanik’te memurlardan ve halktan yazılan gönüllüler “Millet Askeri” adı altında bir tabur kurmak ve savaşa hazırlanabilmek için hükümetten silah istemişlerdir. Başarılı bir eğitim yapan bu taburun İstanbul’a getirilmesinin halkı teşvik edeceği düşünülmüş ve Ali Rıza Efendi’nin de bulunduğu tabur, Orhaniye Zırhlısı ile 24 Aralık 1876’da payitahta varmıştır. Büyük törenle karşılanan tabur, Midhat Paşa önünde resmi geçit yapmış ve Süleymaniye Kışlası’nda misafir edilmiştir. Ali Rıza Efendi bu taburun ikinci bölüğünde Üsteğmendir. Ali Rıza Efendi, Selanik Islahhane Mahallesi’nde, Emir Bostan’da ve Numan Paşa Camii avlusunda “Asakir-i Milliye”ye askeri talimler yaptırmıştır. Bu tabur sonradan II. Abdülhamit tarafından, daha 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nin sonucu alınmadan lağvedilmiştir.”34

Ali Rıza Efendi, 1881’den sonra Rüsumat İdaresi’ndeki görevinden ayrılır. Kereste ticaretine atılır. Atatürk’ün çocukluk arkadaşı ve babasını tanıyan Kütahya Milletvekili Hacı Mehmet Somer’in anlattığına göre, Ali Rıza Efendi’nin kereste ticaretine atılmasında, Çayağzı’nda iken tanıştığı ve iyi paralar kazandıklarını gördüğü tüccarlar etkili olmuştu. Elindeki bir miktar parayı koyarak ve Cafer Efendi ile ortaklık kurarak ticaret hayatına atılan Ali Rıza Efendi, önceleri iyi para kazanıyordu. Fakat sonradan işleri bozuldu. Buna sebep olan da yine haraç isteyen “Rum eşkiyalar” idi. Hacı Mehmet Somer bu durumu şu şekilde anlatıyor:

“Ali Rıza Efendi kereste ticaretine varını yoğunu vermişti. İlk zamanlarda büyük başarılar gösteren bu teşebbüs, Katerin’in ezeli belası olan eşkiyaların hırslarını tahrik etti. Ali Rıza Efendi’yi para göndermesi için tehdit ettiler. Şayet para göndermezse. kerestelerini yakacaklarını bildirdiler. Bu sebeple orman mıntıkasına gitmek, işlerini kontrol etmek mümkün olmuyordu. İşlenmiş keresteleri sahile nakletmeğe korkuyordu. Çünkü bu keresteler eşkiyalar için rehine mahiyetinde idi. Nihayet Ali Rıza Efendi’den ümit ettikleri para gelmeyince, bütün keresteleri yaktılar. İşçileri de tehdit ettiler. İşçiler de dağılıp gittiler. Bunun üzerine Ali Rıza Efendi, yangından mal kaçırır gibi, mümkün olabileni kurtarmaya çalıştı. “Buradaki eşkiyaların hepsi siyasi çetelerdi. 1298 (1883) tarihinde Teselya’nın Yunanistan’a terkedilmesiyle, Yunan hududu Katerin Kazası’na ve Olimpos dağlarına dayanmakta idi. Bütün mesele bundan ileri geliyordu. 1877 Rus harbinden sonra Makedonya çetelerle dolmuş, artık buralardaki Türklere rahat kalmamıştı. Bu siyasi çeteler yüzünden Ali Rıza Efendi’nin ticareti de bozuldu.”35

Makbule Hanım da , babasının işlerinin Rum eşkiyalann faaliyetleri sonucunda bozulduğundan bahsettikten sonra, onun “tuz ticaretine başladığını ve mağazasında bulunan tuzların toptan eridiğini, bu işten de ziyan gördüğünü, tekrar memuriyete geçmek istediğini, bunda da muvaffak olamadığını” anlatır.36

Memuriyetten ayrıldıktan sonra giriştiği her ticari faaliyet bu şekilde başarısızlıkla sonuçlanan Ali Rıza Efendi, bu olaylardan çok etkilenmiş ve büyük bir moral çöküntüsü içinde hayata küsmüş ve ağır bir hastalığa yakalanmıştır. Zübeyde Hanım anılarında bu gelişmeleri şöyle anlatmaktadır: “Merhumun, son günlerinde işinin fena gitmesinden çok müteessir oldu. Kendisini salıverdi. Daha sonra da derviş meşrep bir hal alarak eridi gitti. Kocamın hastalığı büyüdü, artık yaşamazdı.”37 Makbule Hanım’ın ifadelerine göre Ali Rıza Efendi, “işlerinin kötü gitmesinden çok müteessir oldu... Nihayet barsak veremine tutuldu. Üç sene hastalık çektikten sonra vefat etti...”38 Ali Rıza Efendi’nin ölüm tarihi ile ilgili olarak değişik tarihler verilmektedir. Mustafa Kemal hatıralarında, tarih vermeden, “...Şemsi Efendi Mektebi’ne kaydedildim. Az zaman sonra babam vefat etti”39 demektedir. Kız kardeşi Makbule Hanım ise anılarında, kendisinin doğduğu günlerde (1885), babasının hastalığının başladığını, işine gidemediğini ve ilk yaşını doldurduğunda da hastalığın çok ağırlaştığını ve en küçük kız kardeşi Naciye (doğumu: 1889) kırk günlük iken babasının vefat ettiğini anlatır.40

Bu durumda Ali Rıza Efendi’nin ölümünün 1889 veya 1890’ün ilk aylarına rastlaması gerekir. Mustafa Kemal de o sırada dokuzuncu yaşının içindedir. Ve Şemsi Efendi Okulu’nun üçüncü sınıfındadır. Afet İnan, “Mustafa, daha ilkokul çağında babadan yetim kalmıştır” derken; Ali Fuat Cebesoy da, “babası öldüğünde Mustafa Kemal’in 9-10 yaşlarında olduğunu” yazmaktadır.41

Bütün bu anılardan elde edilen bilgilere rağmen, Faik Reşit Unat, Ali Rıza Efendi’nin 28 Kasım 1893 tarihinde öldüğünü belirtmektedir. F. R. Unat, belgeyi yayınlamadan, bu tarih ile ilgili olarak, Makbule Hanım’a ilk kocasından ayrıldıktan sonra babasından aylık bağlanmasına ait dosyadaki belgeleri kaynak göstermektedir.42 Mustafa Kemal’in Manastır Askeri Lisesi’ne girişi olan 13 Mart 1896 tarihinden geriye doğru gelindiği zaman, Askeri Rüştiye, Mülkiye Rüştiyesi ve çiftlikte geçirdiği yaklaşık dört buçuk aylık süre dikkate alınınca; Faik Reşit Unat’ın belirlediği tarihin doğru olması ihtimali yüksektir. Bu nedenle, Ali Rıza Efendi’nin ölümünü 1893 yılı kabul edersek, kendisi 54, babasının vefatında Mustafa Kemal 12 yaşında olmaktadır.

III. ATATÜRK’ÜN ANNE SOYU: “KONYARLAR” 
A. KONYARLARIN RUMELİ’DEKİ VARLIKLARI 
Mustafa Kemal Atatürk’ün anne soyu da Anadolu’dan gelerek Rumeli’ye iskan edilen Yörük veya Türkmenlere dayanmaktadır. Anne tarafından dedesi Vodina Sancağı’na bağlı “Sarıgöl” de denilen “Kayalar”dan göçerek Selanik yakınlarındaki “Lankaza”ya yerleşen, Sofu-zade (Sofi-zade) Feyzullah Ağa’dır. Yerleştikleri “Sarıgöl” bölgesi, “Sofular” lakabı ve ailedeki hatıraların gösterdiği üzere, Atatürk’ün anne soyu Konya Karaman’dan Rumeli’ye gelen ve bundan dolayı da “Konyarlar” şeklinde, Rumeli’deki diğer Yörük gruplarından farklı olarak bu adla anılan Yörüklerdendir.

Yukarıda kısaca belirttiğimiz gibi, Orta Çağın ikinci kısmında Balkan Yarımadası’na çeşitli dalgalar halinde gelerek, Bizans İmparatorluğu tarafından burada yerleştirilen bir çok Türk unsuru vardır. X. Asırdan itibaren Peçenekler, Oğuzlar, Kumanlar kuzey yoluyla, Tuna’dan geçerek, çeşitli tarihlerde gelmiş ve çeşitli yerlere iskan edilmişlerdir. IX. Yüzyılda bile, Bizans kaynaklarında “Vardarlı Türkler” olarak zikredilen bazı Türk gruplarının Selanik civarında yerleştikleri vakidir. Bizans kaynağı “Anna Commene”nin Ohri civarında yerleştiklerinden bahsettiği Türkleri, Lejean (1861), 1065 tarihine doğru Makedonya’ya iskan edilen Oğuzlarla ilişkili görmektedir. Oğuzların bu yerleşmeleri “Attaliates”e atfen Prof. Dr. Akdes Nimet Kurat tarafından da teyit edilmektedir.

Anadolu’dan Yarımada’ya geçip yerleşen ilk Türk grubu olmak üzere Türkiye Selçuklularının merkezi Konya’ya mensup olmalarından dolayı bu suretle ad alan “Konyarlar” gösterilmektedir. XIX. Yüzyılda veya XX. Yüzyılın başlarında Rumeli’yi gezen ve buradaki Türklerle bizzat görüşerek onların hatıralarını toplayan veya buradaki Türk varlığı hakkında eser yazan Batılı seyyahlar ile bilim adamları, G. Lejean (1861), Gervinus (1851), Jirecek (1891), G. F. Hertzberg (1878), A. Turna (1888), Cijic (1908), Frachet d’Esperj (1911), İvanof (1918), E. Max, Hoppe, (1934)A. Boue (1899), Oberhummer (1917) ve nihayet “Konyarlar” hakkında ayrı ve oldukça ayrıntılı bir araştırma yapan Hr. P. Traeger (1905)43 “Konyarlar” hakkında önemli bilgiler vermektedirler.

Bu konuda bilgi veren bütün bu eser sahiplerinin hepsi, Konyarlar’ı bazen “Yörükler” ve “Evlad-ı Fatihan”la karıştırmakla birlikte; Konya’dan gelerek Rumeli’ye yerleşmiş veya yerleştirilmiş göstermektedirler. Fakat, bunların geliş tarihi ve geliş şekilleri konusunda farklı bilgiler vermektedirler. Bütün bu görüşleri tenkitli bir şekilde karşılaştıran Prof. Dr. Tayyib Gökbilgin, Konyarlar’ın Rumeli’ye geliş ve yerleşmeleri ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Sonuncu ve nisbeten kabule şayan ihtimal bunların II. Murad fakat bilhassa Fatih zamanlarında, Karaman oğullan ile mücadeleler sırasında ve bundan sonra, Karaman, Konya ve Ankara civarından Türk aşiretlerinin bu mıntıkalara iskan edildiğidir. O civarın etnik bakımdan yabancı halkına, menşeleri dolayısıyla, bu sureti tesmiyeyi verdirmiş ve bu ad komşuları arasında yaşamış, kendilerinde ise, menşeleri hakkında bir malumat, şifahi bir an’ane halinde devam edip gelmiştir...”44

Konyarlar’ın en mütekasif (yoğun) bir halde bulundukları yer Teselya’da Kozan ve bunun kuzeyinde “Sarıgöl” de denilen “Kayalar” ve Selanik’in kuzeydoğusu idi. Sonraları daha kuzeye de yayılmışlardır. Sayı olarak diğer Yörük gruplarından daha az oldukları, yarı “konar-göçer” bir hayat yaşadıkları, mübadele (alış-veriş) merkezlerinin daha çok Yanya olduğu ve halılarının özel şeklinden dolayı (“Konyaren Figüren”) bütün yörede meşhur olduğu bütün seyyahlar tarafından belirtilmektedir. Ayrıca, Konyarlar’ın daha demokratik bir halde yaşadıkları, neşeli ve hareketli kimseler oldukları da bunlar tarafından tespit edilmiştir.45

Atatürk’ün soyu ile ilgili bir çalışma yaparak, amcası Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi’nin soyundan gelenlerin ellerindeki bazı belgeleri yayınlayan Burhan Göksel, Konyarlar’ın, Konya-Karaman’dan Fatih Sultan Mehmet döneminde 1466 yılında Karamanoğulları ortadan kaldırıldıktan sonra Rumeli’ye göçürülerek, iskan edildiklerini belirtmektedir.46

Osmanlı Devleti’nin Rumeli’deki Yörüklerle ilgili örgütlenmesi içinde kendileri için ayrı isimle bir sayı (tahrir) defteri bulunmayan Konyarlar, yerleştikleri bölgelerde, başlangıçta özellikle “Kocacık” ve “Selanik Yörükleri” içinde, sonradan da “Vodina” ve “Sarıgöller Bölgesi” Yörükleri içinde “Evlad-ı Fatihan” olarak kaydedilmişlerdir. Hasan Paşa tarafından 1691 (1102) tarihinde yapılan tahriri içeren “Evlad-ı Fatihan Piyadeleri Defteri”47ne göre “Sarıgöl” (Kayalar)ler Bölgesi’ndeki köyler, mahalleler ve devlete vermekle yükümlü oldukları ‘“Yörük Piyadeler’in sayısı şu şekildedir:

“Eğri-Bucak Kazası”: Turhanlı 49. Sofular 21. Evrenoslu 6. Okçular 6. Eyrili 20. İshaklı 24. Çobanlı 24. İdil-obası 19. Şahinli 55. Leşli 34. Öküz-obası 24. Emirhanlı 38. Gün-doğmaz 2. Rahmanlı 8. Evhad-obası 58. Aydın-obası, Cinciler 66. Işıklu 29. Sinekli 34. Çakır-ı sagir 4. Sarı-Musalu 8. Çakırlı-i Kebir 13. Karamanlı 12. Karacalar 73. Buraklı 10. Tekye-i Hacı-Hasanlı 21. Topçular 18. Dağ ışıkları 7.

“Cuma-Pazarı Kazası”: Haydarlı 60. Koca Ahmedli 66. Tarakçılı 6. Durasılar 6. Timurhanlu 3. Bar-çukuru 1. Kulalu 1. Erdoğmuşlu 5. Karaağaç 2. Donuk-kayalar 1. Şahinler 3. Dedeler 3.

“Çarşanba Kazası”: Milli 77. Davudlu 18. Hacı-İsalar 18. Kulkallı 12. Hacılar 12. Yeniceler 14. Hacı-Ömerli 16. Karaçalı 6. Doğancalı 6. Tekye-i kebir ve sagir 42. Keçili 18. Saltıklı 19. Meşeli 6.48

Ailenin sonradan gelerek yerleştiği Selanik’e bağlı “Lankaza Nahiyesinin 1691 tahririne göre cemaatleri, köy ve mahalleleri ile “Yörük Piyadeleri” sayısı şu şekildedir: Bedirli 10. Hacı-Bayramlı 4. Pir-dede 1. Değirmenciler 6. Köleli 7. Şuayblı 109. Umurlu ma’a Sarıçalı 45. Değirmencili ma’a Eyrilceli (Ayrılıncalı) 18. Çokallı 9. Lotice 7. Osmanlı 49. Yaylacık 16. Ayvalı-dere ma’a Şah-Veli ve Saltıklı. Çınarlı 78. Bulcalı 13. Koçmar 4. Keruz 5. Lankaza 3. Sarıyar 1. Yağlıca 1. Evrencik 1,49

Yine bu deftere göre, bölgede Konya-Karaman yöresinin hatıralarını gösteren yer adları ve ailenin soyuna işaret eden “Sofular” ile “Sarı-göllü” gibi yer ve oymak adları şuralarda tespit edilebilmektedir: Ereğli Nahiyesi 50. Ereğli 1 (Kırk-Kilise). Ereğli 9, Kara-pınar 1, Sarıgöllü 4 (Avrethisarı). Sofular 19 (Nahiye-i Bazargah). Sofulu 9 (Nahiye,i Kelemeriye). Sofular 21, Karamanlı 12 (Eğri-Bucak-Sarı-Göl).Sofulu 9 (Tikveş). Sarı-Göllü 50 (Radovişte). Sofular 14 (Gümilcine). Karamanlı 11 (Çağlayık ). Sofular 28 (Yeni-Pazar). Sarı-göllü I, Sofular 2 (Babadağ). San-göllü 1 (Rusçuk). Sofu Yurdu 1 (Tozluk-Tuzluk).50

B. KONYAR OLARAK ZÜBEYDE HANIMIN AİLESİ 
Mustafa Kemal’in anne soyundan dedesi Sofuzade Feyzullah Efendi’dir. Selaniğe bir saat mesafede bulunan Langaza’da çiftlik sahibi idi. Atatürk’ün ve Makbule Hanım’ın çocukluk anılarında bahsettikleri çiftlik burasıdır. Annesi Zübeyde Hanım, Feyzullah Efendi’nin üçüncü eşi Ayşe Hanım’dan olan tek kızı idi. Atatürk’ün beş kardeşi içinde en uzun ömürlüsü olan Makbule Hanım (1885-1956) anne soyları hakkında, “annemden sık sık şunları dilemişimdir” diyerek şu bilgileri vermektedir: “Bizim esas soyumuz Yörüktür. Buralara Konya-Karaman çevrelerinden gelmişiz. Babam Feyzullah Efendi’nin büyük amcası Konya’ya gitmiş, Mevlevi dergahına girmiş orada kalmış. Yörüklüğü tutmuş olacak...’51

Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın babası hakkında, Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi’yi ve babası Kızıl Hafız Ahmet Bey’i de tanıyan ve doksan yaşında vefat eden Aydın Milletvekili Tahsin San, şu bilgileri vermiştir: “Atatürk’ün valdesi Zübeyde Hanım, Sofu-zade ailesinden Feyzullah Ağa’nın kızıdır. Bunlar Selanik’te doğmuşlardır. Bu aile bundan 130 sene evvel Sarıgöl’den Selanik’e gelmişlerdir. Vodina Kazası’nın batısında Sarıgöl Nahiyesi’nde onaltı köyden ibaret olan bu nahiye ailesi, Makedonya ve Teselya’nın fethinden sonra Konya civarı ahalisinden Osmanlı Hükümeti’nin sevk ve iskan ettirdiği Türkmenlerdendir. Son zamanlara kadar beş asır müddet içinde hayat tarzlarını, kılık-kıyafetlerini değiştirmemişlerdi.”52

Bu konuda Lord Kinross, kaynak göstermeden şu bilgileri vermektedir: “Zübeyde Hanım, Bulgar sınırının ötesindeki Slavlar kadar sarışındı; düzgün beyaz bir teni, derin ama berrak, açık mavi gözleri vardı. Ailesi Selanik’in batısında Arnavutluğa doğru, sert ve çıplak dağların geniş, donuk sulara gömüldüğü göller bölgesinden geliyordu. Burası Türklerin Makedonya’yı ve Teselyayı almalarından sonra Anadolu’nun göbeğinden gelen köylülerin yerleştikleri yerdi. Bu yüzden Zübeyde Hanım, damarlarındaki ilk göçebe Türk kabilelerinin torunları olan ve hala Toros dağlarında özgür yaşayışlarını sürdüren sarışın Yörüklerin kanını taşıdığını düşünmekten hoşlanırdı.”53

Eldeki mevcut bilgilere göre aile, 1466’larda Karaman’dan gelerek Vodina Sancağı’na bağlı Sarıgöl’e yerlemiş; sonra Selanik yakınlarındaki Lankaza (Langaza)’ya göçmüş, Zübeyde Hanım 1857’de burada dünyaya gelmiştir. Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın babası Sofu-zade Feyzullah Efendi üç defa evlenmiştir. İsimlerini bilemediğimiz diğer iki eşi bir tarafa bırakılacak olursa, Zübeyde Hanım’la birlikte Hasan Ağa ve Hüseyin Ağa, Feyzullah Efendi’nin üçüncü eşi Ayşe (Aişe) Hanım’dan dünyaya gelmişlerdir.

C. ZÜBEYDE HANIMIN HAYATI
Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım, 1857 ‘de Lankaza’da doğmuş, çocukluğu ve ilk gençlik yılları burada ailesi ile birlikte geçmiştir.

Zübeyde Hanım, güçlü bir beden yapısına sahip olduğu gibi, güçlü bir iradeye de sahipti. Yeterince eğitim görmemiş, ama okuma yazmayı öğrenmişti. Annesine “Molla Hanım” denildiği gibi, kendisine de “Zübeyde Molla” deniliyordu. Bu, “bilge” kişiliğini ifade eden bir lakaptı. Muhafazakar, geleneklerine bağlı bir kadındı. Ali Rıza Efendi ile evlendikleri 1870 yılında 13-14 yaşlarında olan Zübeyde Hanım, aşağıda anlatılacağı gibi, kocası ölünce, çocuklarıyla birlikte bir süre Lankaza’daki aile çitliğine kardeşlerinin yanına dönmüş, daha sonra kendisine talip olan Ragıp Bey’le ikinci evliliğini yapmıştır. Bu yıllarda 36 yaşında idi.

Zübeyde Hanım’ın bir ara 19O5’te Harp Akademisi’ni bitirerek Kurmay Yüzbaşı olan ve kısa bir süre hapse atılan Mustafa Kemal’i görmek için üç beş günlüğüne İstanbul’a gittiğini ve buradan Şam’a gidecek oğlunu Sirkeci’den uğurladığını biliyoruz. Bu olayı sonradan, annesinin mezarı başında 27 Ocak 1923’te duygulu bir konuşma yapan Mustafa Kemal Paşa anlatacaktır. Balkan Savaşları’nın sonuna kadar Selanik’te ikamet eden Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal’in burada 1906’da arkadaşları ile birlikte Şam’da kurduğu “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”nin bir şubesini açma girişimlerini yaptığı sıralarda oğluna inanmış ve değerli telkinleri ile ona yardımcı olmuştur.

Balkan Savaşları sonunda Selanik’in sınırlarımız dışında kalması üzerine birçok Türk gibi Zübeyde Hanım ve kızı Makbule Hanım da İstanbul’a gelmişlerdir. Elimizdeki bilgilere göre, “Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Selanik’te öldüğü” söylenen Ragıp Bey’in, bu göç olayından az önce vefat etmiş olması gerekir. Çünkü, yaşıyorsa onun da aileyle birlikte İstanbul’a gelmesi gerekirdi.

Zübeyde Hanım İstanbul’da Beşiktaş semtinde Akaretler’de 76 numaralı eve yerleştiler. Kızı ile birlikte İstanbul’da yeni fakat sıkıntılı bir hayata başladılar. Mustafa Kemal Paşa, Yedinci Ordu Komutanı olarak Filistin’in güneyinde, Sina Cephesi’nde İngilizlere karşı çarpışırken, Müttefik Alman Orduları Komutanı Falkenhein’la arasında çıkan bir anlaşmazlık sonucu, görevinden istifa etmiş ve Halep’e gitmişti. Burada ciddi bir “sarılık” hastalığı geçiren oğlunu merak eden Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal’in üç yaşında iken evlatlık olarak alıp, yetiştirmesi için annesinin yanına bıraktığı Abdürrahim (Tunçok)'i de alarak Halep’e gitmiş ve “kör olduğu”ndan korktuğu oğlu Mustafa Kemal’i ziyaret etmiş, tekrar İstanbul’a dönmüştür.

Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım 1918’de Suriye cephesinden ayrılarak İstanbul’a gelmiştir. Doğruca annesinin evine giden Mustafa Kemal Paşa, onun boynuna sarılarak elini öpmüş ve kız kardeşi ile kucaklaşarak hasret gidermiştir. Hayatları boyunca çok az bir araya gelebilen aile için mutlu buluşmaydı bu.

İstanbul’a gelişinde birkaç gün Pera Palas Oteli’nde kalan Mustafa Kemal, bir süre de yakın arkadaşı Salih Fansa’nın Beyoğlu’ndaki evinde konuk olmuştur. Daha sonra Şişli’de Madam Kasabya’nın üç katlı evini kiralayan Mustafa Kemal, Beşiktaş Akaretler’de oturan annesi ve kız kardeşini de yanına almış, üç katlı evin üçüncü katını onlara ayırmıştır. Kendisi orta katta oturuyor, bu katın arka bahçeye bakan odasını da yatak odası olarak kullanıyordu. Büyük salonu toplantı odası olarak ayırmıştı. Alt katta ise yaveri kalıyordu.

Mustafa Kemal, Başkent İstanbul’un en bunalımlı günlerinde bu evde arkadaşlarıyla sık sık toplantılar yapmış, 16 Mayıs 1919 tarihinde Samsun yolculuğuna çıkıncaya kadar bu evde oturmuştur. Şişlideki bu ev şimdi müze olarak kullanılmaktadır.

Samsun’a çıkışla birlikte başlayan günler Mustafa Kemal için olduğu gibi, annesi ve kardeşi için de sıkıntılı, sancılı günler olacaktır. Bu arada oğlu Mustafa Kemal’in “öldüğü” asılsız haberini duyan ve zaten hasta olan Zübeyde Hanım, iyice hastalanır, kısmen felç olur. Zübeyde Hanım için bu sıkıntılı günlerde sevindirici bir olay gerçekleşir. Kızı Makbule, askerlikten ayrılarak ticarete atılan Mustafa Mecdi Bey’le evlenir. Zübeyde Hanım, tekrar Akaretler’deki eve döner, kızı ve damadı ile burada yaşamaya devam ederler.

Bu acılı, sıkıntılı ama umut dolu günler Milli Mücadele boyunca sürecektir. Zübeyde Hanım’ın hastalığı gün geçtikçe artıyordu. Annesinin kuşatma altındaki İstanbul’da kalması Mustafa Kemal’i üzüyor, annesine ateş hattındayken bile mektuplar yazıyordu. Arkadaşları Zübeyde Hanım’a yardım ediyor, bütün isteklerini yerine getiriyorlardı. Zübeyde Hanım’ın, ölmeden oğlunu görme isteği ile oğlunun da bir an önce annesine kavuşma özlemi çektiği, karşılıklı gönderilen telgraflarda görülmektedir.

Üç yıldır annesinden ayrı kalan Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın sonlarına yaklaşıldığı bir sırada annesini Ankara’ya getirmeye karar verdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Başkomutan idi. Yıl 1922, aylardan Haziran’dı. Kendisinden görüşme talebinde bulunan Fransız yazarı Claude Farrére ile İzmit’te buluşacak, annesi de İstanbul’dan gelecekti. Atatürk 14 Haziran 1922’de Adapazarı’na geldi. Kendisinden bir gün önce gelen ve Askerlik Şubesi Reisi Binbaşı Baha Bey’in evinde kalan Zübeyde Hanım ile burada buluştular ve o geceyi bu evde geçirdiler. Anne ve oğul birlikte bir otomobil ile 24 Haziran I922’de saat 20 de Ankara’ya dönmüşler, doğruca Çankaya Köşkü’ne gitmişlerdir.

Köşkte Abdürrahim ve Ragıp Bey’in yeğeni olan Fikriye ile birlikte kalan Zübeyde Hanım’ın, hastalığı da giderek artıyordu. Kısmi felç ve romatizmadan dolayı ağrıları artan Zübeyde Hanım’a İzmir’in havasının iyi geleceği düşünülerek, İzmir’e gidip bir süre kalması için ikna edildi. Bu seyahatin bir diğer amacı da Mustafa Kemal’in evliliği düşündüğü Latife Hanım’ı Zübeyde Hanım ile tanıştırmaktı. Uygun bir kalacak yer bulmak için İzmir’e giden Başyaver Salih (Bozok) Bey, Zübeyde Hanım için Latife Hanımların Karşıyaka’daki yazlık evlerini hazırladı.

Buradayken hastalığı giderek artan Zübeyde Hanım, 15 Ocak 1923 günü vefat etti. 66 yaşındaydı. Batı Anadolu’da uzun süreli bir geziye çıkmak üzere 14 Ocak 1923 günü akşamı özel treni ile Ankara’dan ayrılmış bulunan Gazi Mustafa Kemal Paşa, 15 Ocak günü Eskişehir’e gelmişti. Gün ağarmadan az önce Emir Eri Çavuş Ali’yi çağırmış, “Bir haber var mı?” diye sormuş, “şifre geldi ama çözülmedi” diye cevap veren Ali Çavuş’a hüzünle bakan Mustafa Kemal Paşa, “annemin öldüğünü biliyorum.” Dedi. “Bir rüya gördüm, yeşil tarlalarda annemle dolaşıyordum. Birden bir fırtına çıktı, anamı alıp götürdü.” Deşifre edilmiş telgraf eline verildiği zaman okudu, gözlerini kapadı, bir an düşündü ve “İzmir’e gitmiyoruz. Treni İzmit’e çevirsinler” dedi.

Aynı gün İzmir’deki Başyaver Salih Bozok’a şu telgrafı çekti: “... verdiğiniz elim haber, beni çok müteessir etti. Merhumenin münasip bir tarzda merasim-i tedfiniyesini (uygun bir şekilde cenaze törenini) ifa ettiriniz. Cenab-ı Hak, milletimize hayat ve selamet versin.”

Atatürk’ün Harp Akademisi’nden sınıf arkadaşı olan ve Kurtuluş Savaşı’nda Batı Cephesi Kurmay Başkanı bulunan Asım Gündüz, Zübeyde Hanım’ın ölümü sırasında İzmir’deydi. Asım Gündüz Zübeyde Hanım’ın cenaze törenini şu şekilde anlatmaktadır: “Zübeyde Hanım son saatlerinde yanında bulunan Latife Hanım’a ayrıca bir vasiyet yazdırmıştır. Latife Hanını, Zübeyde Hanım’ın ölüm haberini ilkönce İzmir Valisi Mustafa Abdülhalik (Renda)’ya bildirmiş, vali de büyük bir cenaze töreni hazırlatmıştı. Latife Hanım ilk gece İzmir’in tanınmış hafızlarından tam otuzüç kişi çağırarak sabaha kadar hatim yaptırmış ve hatim duası üç gün sürmüştür.

“Cenaze alayına adeta bütün İzmir katılmıştı. Vali, memurlar, komutanlar ve hocalar olduğu halde cenaze alayının uzunluğu bir kilometreyi buluyordu. Okulların getirdiği çelenkler kabrin üstünde bir örtü teşkil etmişti. Batı Cephesi Kurmay Başkanı Asım, Kazım (Özalp), Fahrettin (Altay), Mürsel (Baki), İzzettin (Çalışlar), Abdurrahman Nafiz (Gürman) Paşalar cenaze alayının önünde yürümekte idiler. “Latife Hanım siyah bir manto giymiş, siyah peçe örtmüş, cenaze alayına katılmak istemişti. Fakat ailesinin ve din adamlarının, İslam’da kadın cenazeye katılamaz diye engel olmaları üzerine bir faytona binerek cenazeyi arkadan takip etmişti. Latife Hanım, kabirde yüzlerce gümüş mecidiye sadaka dağıtmış, kırkında mevlüt okutmuş, 52 inci gecesinde de aşure yaparak fakir fukaraya dağıttığı gibi, hatimler indirerek bu mübarek kadına karşı duyduğu sevgi ve şükran borcunu ödemişti.”

Yaklaşık 12-13 gün çeşitli yerleri dolaşan ve programına uygun olarak devlet işlerini takip eden Mustafa Kemal Paşa, 27 Ocak 1923 günü Manisa üzerinden İzmir-Karşıyaka istasyonuna geldi. Beraberinde ordu komutanları, bakanlar, milletvekilleri ve yaveri vardı. İzmir Valisi Abdülhalik Renda, Kolordu Komutanı Fahrettin Altay ve Başyaver Salih Bozok, onu karşılayanlar arasında idi. Yine istasyonda kalabalık bir halk topluluğu ve çevresi çiçeklerle süslenmiş bir otomobil onu bekliyordu. Çevresinde toplananları selamladı.

Tıpkı sağlığında önce annesini ziyaret ettiği gibi, yine önce annesini ziyaret edecekti. O gün annesinin mezarı başında duygulu ve özlü bir konuşma yaptı. Konuşmasında, yetişmesinde olduğu gibi. Milli Mücadele yıllarında da hep kendisinin yolunda olan annesinin çektiği acıları, onun fedakarlığını dile getirdi. Kendisi yüzünden çektiği sıkıntıları, acıları dile getirirken annesine olan kadirbilirliğini de dile getiriyordu. Atatürk, o gün derin bir heyecana kapılmıştı. En içten, en duygulu konuşmasını da, annesinin mezarı başında o gün yapmıştır. Zübeyde Hanım, fedakar bir anneydi. Oğlunun yetişmesinde emsalsiz emekleri geçmişti. Yıllarca oğlunun hasretine katlanmış, nihayet, onun zaferini gördükten kısa bir süre sonra ölmüştür.

Mustafa Kemal Paşa, milletini kurtarmak için hayatını ve bütün varlığını ortaya koyarken annesiyle yeterince ilgilenememişti. İşte annesinin mezarını kalabalık bir grupla ilk kez ziyaret ederken, ona göz yaşı döktüren ve en derinden gelen duygularını söyleten, içindeki bu hisler olmuştur. Buradaki konuşmasında kısaca annesinin çektiği sıkıntılardan bahseden Mustafa Kemal Paşa, şunları söylemiştir:

“...Valdemin ziyamdan şüphesiz pek müteessirim. Fakat bu teessürümü izale ve beni müteselli eden bir husus var ki, o da anamız vatanı mahv ve harabiye götüren idarenin artık bir daha avdet etmemek üzere mezar-ı ademe götürülmüş olduğunu görmektir. Valdem bu toprağın altında, fakat Hakimiyet-i Milliye ilelebet payidar olsun. Beni müteselli eden en büyük kuvvet budur. Evet, Hakimiyet-i Milliye ilelebet devam edecektir. Valdemin ruhuna ve bütün ecdat ruhuna müteahhit olduğum vicdan yeminini tekrar edeyim. Valdemin medfeni önünde ve Allah’ın huzurunda aht ve peyman ediyorum, bu kadar kan dökerek milletin istihsal ve tespit ettiği hakimiyetin muhafaza ve müdafaası için icab ederse valdemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Hakimiyet-i Milliye uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.”

Mustafa Kemal’in bu nutku, Karşıyakalıların çok candan tezahüratına vesile teşkil etti ve halk kendisini çılgın gibi alkışlayarak, “çok yaşa paşam... Sen çok yaşa..” diye haykırıyordu.

“Faziletine ve yüksek kadınlığına inandığım anam ve kız kardeşim inkılap işlerinde bana inanmışlar ve hizmet etmişlerdir” diyerek Zübeyde Hanım’a olan bağlılığını ifade eden Mustafa Kemal Paşa, Annesini çok severdi. Annesinin sevdiği bir şarkıyı duyduğu zaman gözleri yaşarırdı. Her sabah uyandığında temizliğini yapar, giyindikten sonra ziyaret için annesine haber gönderir, izin isterdi. Zübeyde Hanım da aynı şekilde hazırlığını yaptıktan sonra oğlunu kabul ederdi. Bu görüşmelerde Mustafa kemal Paşa, annesinin elini öper, onun hayır duasını alırdı. Bir süre annesi ile kalıp sohbet ederlerdi.

Zübeyde Hanım oğluna “Mustafam”, “Sarı Mustafam” diye hitap eder; çoğu zaman bunu az bulur, “Paşam” veya “Sarı Paşam” diye hitap eder veya anardı.

Atatürk’ün yaşamının büyük bir bölümünde yanında olan Yaverlerinden Cevat Abbas Gürer’in, “Atatürk’ün çok sevdiği ve saydığı anası ile terbiye ve zeka bakımından vaziyetleri”ni anlattığı şu sözlerinde, bir milli kahramanı doğuran ve yetiştiren “Türk Anası’nın “devlet terbiyesini ve “fazileti” ni ne güzel ortaya koymaktadır:

“Bayan Zübeyde, daha küçük yaşta yetim kalan oğlunun her durumuyla yakından ilgilenirdi. Çünkü onun yetişmesinde ve yetiştikten sonra memlekete yararlı olmasında büyük etken olmuştur. Atatürk’e tam anlamıyla hem analık, hem babalık etmişti.

“Sevgili oğlu Mustafa’nın idamla mahkumiyetini haber aldığı zaman, son derce dinç olmasına rağmen üzüntüsünden kahırlanan Bayan Zübeyde hastalanmış, yatağa düşmüştü. Uzun bir müddet oğlundan doğru bilgi alamaması da hastalığın ilerlemesine sebebiyet vermişti

“Çankaya artık Bayan Zübeyde’ye çok kıymetli ve sevgili oğlunu, bol bol görmek ve onu koklamak fırsatını verdiğinden pek memnun ve bahtiyar bir ömür sürüyor ise de yine ekseriye vaktini hastalık içinde geçiriyordu.

“Bayan Zübeyde’nin yaratılışını, zekasını ve çevresine karşı davranışını anlatmak için çok uzun yazmak gerek. Yalnız ana olmak itibarıyla değil, fakat bu vakur, ciddi, taşkın zekalı büyük Türk kadınını her gün ziyaret etmek Atatürk için bir vazife idi. Ziyaretler haberleşmeden yapılmazdı. Çünkü, ana oğul hazırlanmadan birbirlerini görmezlerdi. Her ikisi arasındaki münasebetin esas kuralı daima ziyaretçinin Atatürk’ün olması idi.

“Ebedi Şef sabahleyin uyanır uyanmaz eğer o gün annesini görecekse, annesinden birisi vasıtasıyla izin alırdı. Sonra büyük bir merasimde bulunacak imişcesine Atatürk hazırlanırdı.

“Bayan Zübeyde de, hasta yatağında dahi olsa büyük bir özenle Atatürk’ü kabule hazırlanırdı. Saçlarını taratır, işlemeli başörtüsünü örter, Makedonyalı gelinlik kızın zengin cihazından oyalı bürümcük gömleğinin üzerine ipekli entarisini giyerdi. Ve İstanbulkari renkli maşlahı ile resmi kıyafetini tamamladıktan sonra oğlunu beklediği haberini gönderirdi.

“Bayan Zübeyde, Atatürk’e ‘Mustafa’ diye hitap ederdi. Ben bu büyük ailenin arasında emniyet, itimat ve muhabbet kazanmak mazhariyetine yıllardan beri karışmıştım. Ekseriya her iki büyüğün görüşmelerinde beraber bulunurdum.

“Büyük, kıymetli evlat yetiştirmek bahtiyarlığı ile kıymetli büyük bir anaya sahip olmak gururunu bir arada toplayan gözlerim; evet Türk toplumu bünyesindeki terbiyenin ve o terbiyenin temellerinin ne kadar derin ve köklü, ne kadar nezih ve ciddi ve ne kadar samimi olduğunun canlı örneklerini gördükçe duygulanıyor, mutlu oluyordum. Diyebilirim ki, Bayan Zübeyde ile Atatürk bu ana-oğul birbirine aşıktılar.

“Bu ana, oğluna daha beşik çocuğu iken vatan ve millet sevgisini telkin eden ninnilerden başlamış, onu her çağında duygularla büyütmüş, öğrenime yönlendirmiş, ilim ve irfan aşılamıştır. Yetişen, makamını bulan kurtarıcı oğlunu o, Mustafa Kemal yapmıştı.

“Bu ziyaretlerin her birinde Atatürk, anasının mübarek elini büyük bir saygı ile öperdi. Sonra anasının karşısında o büyük adam küçülür, Mustafa, hatta Mustafacık olurdu. Konuşmaları, şakaları pek içten kaynayan sevginin belirtileriydi.

“Çankaya’da bu ana-oğul görüşmelerinin birinde şahit olduğum bir durumu değeri sınırsız olan Bayan Zübeyde’nin işlek, kıvrak zekasının bir örneği olarak sunacağım:

“Atatürk annesinin elini öptü. Bayan Zübeyde oğluna elini uzatırken coşkun sevgisinin gözlerinde toplanan bütün ifadesiyle Atatürk’ü bağrına basmak istiyordu. Onu kucakladıktan sonra aziz Türk milletine eşsiz bir kurtarıcı armağan veren ana olmak itibariyle gururlanmalı idi. Fakat öyle olmadı, mutluluğunu gülen ve şirin yüzünden okunan o büyük Türk anası kolları arasında uzaklaşan ciğerparesinin eline uzandı: Atatürk: ‘Ne yapıyorsun anne’... dedi. Bayan Zübeyde sessiz ve kesin bir ciddiyetle: ‘Ben senin ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı olan vazifeni yapıyorsun; fakat sen vatanı ve milleti kurtaran bir devlet başkanısın. Ben de bu aziz milletin bir ferdiyim ve onun tebasıyım, elini öpebilirim.’ Cevabını verdi.

“Oğlunun elini öpmekten çok Bayan Zübeyde, hareketiyle oğlunun makamının en büyük saygıya değer olduğunu etrafındakilere işaret ediyordu.”54

IV. BİR KOCACIK VE BİR KONYAR’IN TARİHİ EVLİLİĞİ 
Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım, 1870 veya 1871 yılında evlendiler. Evlendiğinde 13-14 yaşında bulunan Zübeyde Hanım, kızı Makbule Hanım’ın anılarındaki anlatımıyla çok güzel bir genç kızdı: “Annemin gençliği gözümün önünde... Uzun boylu, ince yapılı, altın saçlı, yeşil gözlü bir kadın. Çocuklar annelerini öteden beri, dünyanın en güzel kadını olarak düşünürler. Fakat annem, gerçekten güzeldi...’55

Ali Rıza Efendi, 31-32 yaşında ve Evkaf İdaresi’nde memurdu. Talip olduğu Zübeyde’den 17-18 yaş büyüktü. Kız tarafından özellikle anne Ayşe Hanım, memuriyet dolayısı ile kızından ayrı kalacağı düşüncesiyle evliliğe başlangıçta itiraz eder. Sonunda Mustafa Kemal’in dayısı Hüseyin Ağa aileyi ikna eder, nikah kıyılır ve iki genç evlenirler. Böylece Türk milletine Mustafa Kemal Atatürk’ü armağan edecek olan “tarihi evlilik” gerçekleşmiş olur.

Makbule Hanım’ın anılarında ayrıntılı bir şekilde anlattığı bu evlilik esasında, Ali Rıza Efendi’nin rüyasında gördüğü ve beğendiği kıza benzer bir eş araması ile başlar ve nihayet ablası Mevlevi Kapu Şeyhi’nin gelini olan Hatice Hanım’ın Zübeyde’yi görünce kendisine sevinçle müjdelemesi üzerine gerçekleşir.56

Evlendikten hemen sonra, Ali Rıza Efendi’nin Selanik’teki baba evine yerleşirler. İlk evlilik yılları bu evde geçer. Önce bir kızları olur, adını “Fatma” (1871/1872-1875)koyarlar. Bundan sonra da iki erkek çocukları olacaktır. “Ahmet” (1874-1883) ve “Ömer” (1875-1883). Bunları “Mustafa” (1881-1938), “Makbule” (1885-1956) ve “Naciye” (1899-1901) takip edecektir.

Bu mutlu evlilik, salgın bazı hastalıklardan dolayı ilk üç ve son çocuklarının değişik yıllarda ölümleri ve Ali Rıza Efendi’nin çok düzenli yürümeyen iş hayatındaki aksaklıklarla zaman zaman sıkıntılı bir şekilde yürür. Nihayet, Mustafa’nın doğumu ve varlığı ile hayata bağlanan aile, bu defa Ali Rıza Efendi’nin vefatıyla sarsılır.

Ali Rıza Etendi öldüğünde (1893) 36 yaşında ve üç çocukla dul kalan Zübeyde Hanım için kardeşi Hüseyin Ağa’nın yönettiği Lankaza’daki Rapla Çiftliği sığınacak bir liman olur. Hüseyin Efendi, eniştesinin ölümü haberini alınca Selanik’e, kız kardeşi Zübeyde’nin evine gelir. Onu çocukları ile birlikte, hayatın bu zor şartları içinde bırakamaz ve kız kardeşi Zübeyde’ye, “Rahmetli ömürsüz adamla seni evlendiren ben oldum. Bundan sonra size ben bakacağım, bu çocukları ben büyüteceğim” diyerek, aileyi yanına alıp Rapla Çiftliği’ne götürür.57

V. ZÜBEYDE HANIM'IN İKİNCİ EVLİLİĞİ 
Genç yaşta üç çocuğu ile dul kalan Zübeyde Hanım, oğlu Mustafa’yı Askeri Rüştiye’ye verdikten sonra, özellikle ekonomik yönden zor günler yaşamaya başlar. Çocuklarla birlikte kendisine bağlanan iki mecidiyelik maaş ailenin geçimini sağlamaktan çok uzaktır. O sıralarda, Yunanistan’a terkedilen Teselya’nın merkezi Larisa (Yenişehir)’dan göç edenlerden Reji idaresi memurlarından Ragıp Efendi, kendisine talip olur.

Ragıp Efendi de hanımını kaybetmiş dört çocuklu bir duldur. Zübeyde Hanım, Kılıçoğlu Hakkı Bey’in kayınpederi Şeyh Rıfat Efendi tarafından Ragıp Efendi ile evlendirilir. Varlıklı bir kimse olmasına rağmen, Ragıp Efendi Zübeyde Hanım’ın evine gelerek yerleşir. Şüphesiz, evin en büyük erkek evladı olarak Mustafa bu evliliği onaylamaz ve evi terk-ederek, Horhor Mahallesi’nde oturan öz halası Emine Hanım’ın evine yerleşir. Manastır İdadisi’ne gidinceye kadar da eve nadiren uğrar.

Ragıp Bey esasında çok kibar ve iyi kalpli bir insandır. Mustafa Kemal, yıllar sonra Afetinan’a üvey babası ile ilgili olarak şunları söyleyecektir: “...Fakat sonradan o asil beyle dost oldum. Bana iyi bir eğitici oldu. Anamın da genç yaşında böyle bir aile bağı yapmış olmasını takdir ettim. Ancak çocukluk duygum benim babamı kaybetmiş olmama karşı bir isyandan ibaretti”. Mustafa Kemal Ali Fuat Cebesoy’a da Ragıp Efendi ile ilgili olarak, “Bana karşı çok saygılı davranmış, büyük adam muamelesi etmiştir. Nazik ve kibar insandı” demiştir. Ragıp Efendi, kaynaklara göre Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Selanik’te vefat etmiş; bazı kaynaklara göre de Çanakkale Şavaşları’nda şehit düşmüştür. Fakat, yukarıda da değinildiği gibi, Zübeyde Hanım ve Makbule’nin Balkan Savaşları’ndan sonra İstanbul’a göç ettiğini biliyoruz. Ragıp Bey’in onlarla İstanbul’a geldiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır. Bu nedenle Ragıp Bey muhtemelen Balkan Savaşları sırasında veyahut sonrasında vefat etmiş olmalıdır.

Ragıp Bey’in bir oğlu Süreyya Bey (Toyran), diğeri şimendifer memuru Hakkı Bey’dir. Kızlarının birisinin adı Rukiye’dir. Fuat Bulca akrabalarıdır. 1913 yılında 16 yaşında iken tanıdığı ve “Ağabey” diye hitap ettiği M. Kemal’e sonradan delice aşık olan ve bu yüzden de intihar eden Fikriye Hanım da, Ragıp Bey’in kardeşi Miralay Hüsamettin Bey’in üç çocuğundan birisi idi. Yani Fikriye, Ragıp Bey’in yeğeni idi. Hüsamettin Bey’in diğer çocuklarının adları da Enver ve Jülide idi.”58

KAYNAKLAR:
1- T. Gökbilgin, “Rumeli’nin İskanında ve Türkleşmesinde Yürükler”, III. Türk Tarih Kongresi (Ankara 15-20 Kasım 1943) Tebliğleri, Ank.. 1948. s. 649.
2- T. Gökbilgin. Rumeli’de Yürükler Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan. İst.. 1975, s. 6.
3 M. Eröz, Yörükler. İst., 1991., s. 20-23.
4 Y. Halaçoğlu, XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İskan Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi, Ank.. 1988, s. 2-3.”
5 Bununla ilgili olarak bakınız: Ö. Turan, “Makedonya’da Türk Varlığı ve Kültürü”, Bilig D., Sayı: 3 (Güz 1996), s. 21 vd.
6 Bu konuda bakınız: Ö. L. Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, İst., tarihsiz, I -72 s.
7 Y. Halaçoğlu, a., g., e., s. 3.
8 Y. Halaçoğlu, a., g., e., s. 4. Osmanlı “tehcir ve iskan” siyaseti ve metodları konusunda artık klasikleşmiş olan şu eserlere bakılabilir: Ö. L. Barkan, “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Ko-lonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler”, Vakıflar D., Sayı: 2 (Ankara 1942), s. 284-353. Ö. L. Barkan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler”, iktisat Fakültesi Mecmuası, C: XI. (1951), s. 525-569. C: XIII. (1953), s. 56-78. C: XV. (1955). s. 209-237. C. Orhonlu, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskanı”, Türk Kültürü Araştırmaları D., C: XV., sayı: 1-2 (Ankara 1976). C. Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskan Teşebbüsü (1691-1696), İst., 1963. 1-120 s. C. Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilatı. İst., 1967, 1 -175 s.T. Gökbilim, Rumeli’de Yürükler, Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan. İst., 1957, 1-342 s.
9 T. Gökbilgin, Rumeli’de Yürükler, Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan, s. 9. 20, 254.
10 T. Gökbilgin, Rumeli’de Yürükler, Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan, s. 27 vd. T. Gökbilgin. “Rumeli’nin İskanında ve Türkleşmesinde Yürükler”, s. 654.
11 H. ŞekercioĞlu, “Atatürk’ün Soy ve Sülalesi Hakkında Anadolu’da Yaptığım Araştırmalar”. Türk Kültürü D., C: XIII., Sayı: 145 (Kasım 1974), s. 7.
12 H. Şekercioğlu, a. g. m., s. 7.
13 F. Sümer. Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, Ank.. 1967, s. 60 vd.
14 H. Şekercioğlu. a. g. m., s. 8-9.1. Miroğlu, XVI. Yüzyılda Bayburt Sanacağı. İst., 1975, s. 19.
15 F. Sümer, a.g.e., s. 174-180.
16 Bu konuda bakınız: M. Eröz. Milli Kültürümüz ve Meselelerimiz, İst., 1983, s. 177.
17 İ. Miroğlu, a.g.e., s. 54, 80, 105.
18 Maalesef bu tarihi ve etnolojik özellikler taşıyan isimlerin bir kısmı bilinçsizce de ğiştirilmiştir. Bununla ilgili olarak bakınız: Milliyet, 28 Haziran 1984 (Orhan Duru’nun yazısı).
19 Bu defterlerden 1543 Tarihli Kocacık Yörükleri Defteri, Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu Defterleri. Eski No: 82 (55 Varak, Ebadı: Dışla 13x39, içte I2x38)’de kayıtlıdır. Bu defterin tamamı yeni harflerle Prof. Dr. M. Tayyib Gökbilgin tarafından yayınlanmış bulunmaktadır: Rumeli’de Yürükler, Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan, s. 173-243. 1584 Tarihli Kocacık Yörükleri Defteri. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu Defterleri, No: 614, Eski No: 197 (84 Varak, Ebadı: 17/46.5)’de kayıtlı olup; bu defterin başındaki “Kocacık Yörükleri Kanunnamesi” (eski yazı olarak) ve “Kocacık Yörükleri Ve Onlara İlhak Edilen Tanrıdağı Yürükleri Defteri Fihristi ve Arapça Başlık” (eski ve yeni yazı olarak) M. Tayyib Gökbilgin, tarafından yayınlanmıştır: a.g.e., s. 244-248
20 M. T. Gökbilgin, a.g.c. s. 90 vd.
21 T. Gökbilgin. a.g.c, s. 74-78.
22 T. Gökbilgin, a.g.e.. s. 78-81.
23 T. Gökbilgin, a.g.e., s. 257-272. Defterin yeri: Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mevkufat Defteri. No: 2737.
24 E. B. Şapolyo. Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi. 3. Baskı, İst., 1958. 25 E. B. Şapolyo, a.g.e., s. 21.
26 Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, Sel Yayınları, İst., 1955, s. 7.
27 E. B. Şapolyo, a.g.e., s. 22.
28 Ö. Turan, -Makedonya’da Türk Varlısı ve Kültürü”. Bilig D.. Sayı:3 (Güz I996),s. 21-32.
29 J. İvanof. Le Question Mac Edonienne, Paris, 1920. s. 148-151. Nakleden: Ö. S. Coşar. a.g.e, C:I.. s. 15.
30 A. Araslı, “Ata’nın Soy Kütüğü”. Milliyet, 10 Kasım 1993, s. 9. Burada Atatürk’ün dedesinin evinin fotoğrafı da bulunmaktadır.
31 B. Göksel, a.g.e., s.29-30. Bu eserde Atatürk’ün baba tarafından soy ağacı ile ailenin devanı eden üyeleri ve aile ile Mustafa Kemal Atatürk’ün ilişkilerini gösteren belgeler bulunmaktadır.
32 1. Sungu, “Atatürk’ün Babası Ali Rıza Efendi ve Mensup Olduğu Asakir-i Milliye Taburu”, Belleten D.. C: İÎI., sayı: 10 (Nisan 1939), s. 239.
33 E. B. Şapolyo, a.g.e., s. 17. Ö. S. Coşar, a.g.e.. C:l., s. 13. Çayağzı’ndaki asayişsizlik ve Ali Rıza Efendi’nin çetelerle yaptığı mücadele. Makbule Hanım’ın anılarında ayrıntıları ile anlatılmaktadır. Bakınız: M. Atadan. “Büyük Kardeşim Atatürk”. Yeni İstanbul Gazetesi. 21 Kasım 1952 (tefrika no: 21 )vd
34 İ. Sungu, a.g.m. Ö. S. Coşar, a.g.e., C:l., s. 12. C. Sönmez, Atatürk’ün Annesi Zübeyde Hanım, Ank., 1998, s. 9 vd.
35 E. B. Şapolyo, a.g.e., s. 30.
36 E. B. Şapolyo, a.g.c, s. 31.
37 E. B. Şapolyo, a.g.e., s. 31.
38 E. B. Şapolyo, a.g.e., s. 31.
39 A. E. Yalman, “Büyük Millet Meclisi Reisi Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin Tarihçe-i Hayatı”, Vakit Gazetesi. 10 Ocak 1922.
40 M. Atadan, “Büyük Kardeşim Atatürk”, Yeni İstanbul Gazetesi. 12 Ocak 1953 (Tefrika No: 72) vd.
41 Ö. S. Coşar, a.g.c. C:L s. 1 10.
42 F. R. Unat, “Atatürk’ün Öğrenim Hayatı ve Yetiştiği Devrin Milli Eğitini Sistemi”. Türk Tarih Kurumu Atatürk Konferansları I.. Ank.. 1964. s.82 ve not: 10.
43 Bunların eserleri ve görüşleri için bakınız:T.Gökbilgin, a. g. e., s. 9-11.
44 T. Gökbilgin, a.g.e.. s. 12.
45 T. Gökbilgin, a. g. c, s. 13.
46 B. Göksel. Atatürk’ün Soy Kütüğü Üzerine Bir Çalışma, Ank., 1988, s. 6.
47 Başbakanlık Osmanlı Arşivi. Mevkufat Defteri, No: 2737.
48 T. Gökbilgin, a.g.e., s. 265.
49 T. Gökbilgin. a.g.e., s. 264.
50 T. Gökbilgin. a.g.e., s. 257-272.
51 M. Atadan. “Büyük Kardeşim Atatürk”. Yeni İstanbul Gazetesi, I Kasım 1952-22 Mart 1953.
52 E. B. Şapolyo. a.g.e., s. 22-23.
53 L. Kinross, a.g.e., s. 11.
54 Zübeyde Hanını ile ilgili ciddi bir biyografi hazırlanmış bulunmaktadır. Burada verdiğimiz bilgilerin büyük kısmı bu eserden alınmıştır: C. Sönmez, Atatürk’ün Annesi Zübeyde Hanım, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Genişletilmiş 2. Baskı, Ank., 1998, 1-136.
55 M. Atadan. “Büyük Kardeşim Atatürk”, Yeni İstanbul Gazetesi. 12 Kasım 1952.
56 M. Atadan, a.g.m., 13 Kasım 1952 vd.
57 M. Erenli, a.g.e.. s. 2.
58 Zübeyde Hanımın bu evliliği ile ilgili olarak bakınız: S. Yeşilyurt. Zübeyde Hanımın İkinci Evliliği ve Kemalizm, Arık.. 1996, s. 23 vd. C. Sönmez, a. g. c, s. 41-42. Ö. S. Coşar. a. g. c. C:I., s. 172-173. E. B. Şapolyo, a. g. c, s. 41. A. F. Cebesoy. Sınıf Arkadaşım Atatürk Okul ve Genç Subaylık Anıları, İnkılap Kitabeyi, İstanbul. Tarihsiz, s. 16. Ş. Belli, Fikriye. Ank., 1995, s. 66 vd.

Dr. Ali Güler 
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 45, Cilt: XV, Kasım 1999